Şeytan ya da melek, kurtuluş ya da felaket; hangisi dersiniz?
Bu hafta okumaya başladığım “Etobur-Otobur İkilemi” kitabına
kadar, suni gübrelerin bu kadar önemli olduğunun farkında değildim.
Canlıların besinlerinin ana üreticisinin bitkiler olduğunu, diğerlerinin
ya doğrudan bitkileri tüketerek yahut dolaylı olarak birbirlerini yiyerek bu
kaynağa el koyduklarını; ölümlerinin ardından ayrıştırıcılar sayesinde
bitkilere malzeme olduklarını yani besin zincirini biliyordum. Bitkilerinse
üretimlerini havadan sağladıkları karbondioksitle, topraktan aldıkları suyu,
güneş ışığı yardımıyla; “fotosentez” yoluyla birleştirerek
gerçekleştirdiklerini de biliyordum.
Yeterince dikkat etmeyip göz ardı ettiğim şey, bitkilerin
yani temel gıda üreticilerinin azot, fosfor ve potasyum gibi başka elementlere
de muhtaç olduğuydu. Özellikle de azota…
Benim dilimden düşürmediğim genler (yani nükleik asit DNA ve
RNA), genlerin ürünü olan ve yapı ve işlevleri sayesinde yaşama imkân sağlayan
proteinler (ve de onların yapıtaşları aminoasitler) için azot elzemdi.
Hoş, atmosferin %78’i azottan oluşuyordu ama bu bolluk canlıların
ihtiyacını karşılamaya yetmiyordu. Çünkü azot atomları (üç kovalent bağla) (N2
molekülleri halinde) kendi eşlerine çok sıkıca sarılmış, başka atomlarla dans
etmeye isteksizlerdi. Ancak şimşek veya yıldırımların olağanüstü yüksek
elektrik enerjisi veya volkanların cehennem ateşi, eşlerinden ayrılıp bir
başkasıyla kucaklaşabilmelerini sağlayabiliyordu.
Sonuçta bitkiler ihtiyaç duydukları azot için yıldırım,
şimşek ve volkanların bahşettikleriyle, kendilerini ve/veya birbirlerini tüketen
canlıların bedenlerine aldıkları azotun idrarları veya cesetleriyle kendilerine
geri dönmesine mahkûmdular. Bu da giderek artan insan nüfusunun besin
gereksinimini karşılamaya yetmiyordu.
Neyse ki, (bakliyat, yonca, akasya gibi bazı kara bitkilerinin
köklerinde ve toprakta yaşayan Rhizodom, Azotobacter gibi) bazı
bakteriler ve sulardaki mavi-yeşil algler (Oscillatoria, Anabeana) havadaki azotu başka
atomlarla birleşmeye (‘azotu fikse etmeye’; böylelikle amonyak, nitrit ve
nitrat üretimine) ikna edebilmeyi başarmışlardı.
Çiftçiler azotun giderek toprakta tükenmesini ve üretimin
verimsizleşmesini önlemek istiyorsa, azotu dönüştürebilenlerle dönüştüremeyen
bitkileri dönüşümlü ekmek zorundaydı. Bu bile azot ihtiyacını tümüyle
karşılamaya yetmeyebiliyor, toprakların giderek azottan yoksullaşmasını
önleyemiyordu.
1900’lerin başında (>1909’da), temel bilimlerin altın çağında, parlak bir kimyager, o güne değin bir türlü çözülemeyen bu darboğazı aşmanın bir yolunu buldu: Şimşek ve yıldırımları taklit ederek, büyük miktarda elektrik enerjisiyle, (500-600 0C’yi bulan) yüksek ısı ve (200 Atmosferlik) yoğun basınç altında ve bazı katalizörler yardımıyla azotla hidrojeni birleştirmeyi (onları amonyak şeklinde eşleştirmeyi) başardı. Gereksindiği hidrojeni fosil yakıtlardan sağladı.
Artık tarımda istendiği kadar azotlu gübre üretilip
kullanılıyordu. Bu başarı, sessiz
sedasız, adeta (on bin yıl önce keşfinin ardından) tarımda ikinci bir devrim
yarattı. Tükettiğimiz besinlerin %40 gibi ciddi bir oranını bu devrime borçlu
olduğumuz kabul edilmektedir. Gerçekten de dünya nüfusunun bu buluşun ardından
1900’lü yılların sonuna kadar (bir asırda beş katlık bir hızla) ‘patlarcasına’
arttığı görülüyor. (Lütfen grafikteki, nüfus artış oranını gösteren mor
çizginin seyrine bakın.)
Şayet bu devrim olmasaydı, verimi düşen tarım arazilerini ikame edebilmek için –ormanlar veya meralar hilafına- tarım arazileri genişletilmek zorunda kalınır, buralardaki ekosistemler zarar görebilirdi.
Kısacası, dönemin gazetelerinin “havayı ekmeğe
dönüştüren adam” olarak niteledikleri bu parlak kimyagere çok şey borçluyuz. Çok
ayırdında olmasak da, bedenimizdeki azotun yarısı suni gübrelerden geliyor. Bu
yönüyle saygıyla anılmayı fazlasıyla hak ediyor.
***
İtilaf devletleri ile İttifak devletleri arasında süregiden
birinci dünya savaşının ilk yılında Almanya, yazının konusu olan azot yüzünden
zor duruma düştü. Patlayıcı yapmak için azota ihtiyaç vardı, bu ihtiyaç –deniz kuşu
gübresi kaynaklı- güherçile (KNO3) şeklinde Şili’den sağlanıyordu.
Ne var ki, ikmal yolları İngiliz donanmasının ablukasına girmişti ve ablukayı
yaramıyorlardı.
İmdada elektrik enerjisiyle havadan amonyak üretmeyi başaran
parlak kimyagerimiz yetişti. Patlayıcı sorunu aşılmıştı.
Bununla da kalmadı; o parlak kimyager, (sentetik
indigo üretilirken yan ürün olarak açığa çıkan tonlarca) klor gazının kimyasal
silah olarak kullanılmasını sağladı. Bu Fransızların hoş kokulu, kısa ömürlü, göz
yaşartıcı (ksilil bromür veya etil bromasetat) savaş gazlarına bir yanıttı ama
etkisi çok daha yıkıcıydı. Rüzgâr desteğinde siperlere sürülen (sarı-yeşil)
klor gazı (hidroklorik asite dönüşüp) solunum yolları ve akciğer hasarıyla –boğarcasına-
ölüme götürüyordu.
Ama etkisi kısaydı, rengi ve kokusu nedeniyle fark
ediliyordu, maske veya ıslak bezle verdiği zarar önlenebiliyor (en azından
hafifletilebiliyordu). Ayrıca rüzgâr ters yönde esmeye başlarsa, hasar
kendilerine dönüyordu.
Parlak kimyagerimiz kısa sürede, rengi ve kokusu kolayca
fark edilemeyen ve (biraz uzun sürse de) çok daha ölümcül (karbonil diklorürü,
nam-ı diğer) fosgen gazını geliştirdi. Bununla da kalmadı; (hidrosiyanür bazlı)
böcek ilacını işleyerek Zyklon ile zehirli gaz serüvenini taçlandırdı.
Savaş kötüydü. Ama bir anda –asker, sivil ayırt etmeden-
binlerce insanı, acılar içinde ölüme götürmek daha da kötüydü.
***
Buluşuyla hem tarım devrimiyle insanlığa büyük yararı
dokunan, hem de savaş sanayine katkılarıyla binlerce kişinin ölümüne destek
olan; bir yanda havadan ekmek üretirken, öte yanda havadan ölüm yağdıran aynı
parlak kimyacıydı: Fritz Haber.
1868’de (günümüzde Polonya sınırlarında kalan) Almanya’nın Breslau kentinde, Yahudi ebeveynlerin çocuğu olarak doğmuştu. Annesi onu doğururken ölmüştü. Babası zengin bir kimya fabrikatörüydü.
Aile şirketini sürdürmek için eğitimini kimya alanında
yapmıştı. Zeki, başarılı, nüktedan biri olduğu söylenen Fritz, babasıyla
anlaşamadığından üniversitede kalmayı seçti.
Kadınların bilimde kendilerine yer bulamadıkları bir dönemde,
1901’de Almanya’nın ilk kimya doktoralı kadını olmayı başarmış, bir
kimyagerin kızı, kendisi gibi Yahudi Clara İmmerwahr ile evlendi.
1918’de Prof Karl Bosch ile birlikte, azotu dönüştüren buluşuyla Nobel kimya
ödülünün sahibi oldu.
İyi bir Alman yurtseveriydi. Üstelik –muhtemelen kariyer
basamaklarında bir engelle karşılaşmamak için, eşiyle birlikte din değiştirip
Hıristiyanlığı (Protestanlığı) seçmişlerdi. Savaşta kendisini Alman ordusuna adadı. Askerlerin
bir sivil olması nedeniyle isteksizliğine rağmen, kimyasal savaş sorumluluğuna getirildi.
Savaştan sonra da Almanya’nın en yüksek şeref ödülüyle onurlandırıldı.
Ödülünü hak etmişti: Almanya kısa sürede pes edebilecekken
onun sayesinde dört yıl daha direnebilmişti. Başarılarında katkısı olduğu
söylenen ama bilimin askerî amaçlarla kullanılmasına karşı koyan eşine rağmen
orduya desteğini sürdürmüştü. Hatta ilk savaş gazı kullanımı sırasında, tepki
gösterip eşinin silahıyla intihar ettiği söylenen karısının ölümünün ertesi günü, -cenazesine dahi katılmadan- savaşa nezaret edebilmek için cepheye koşmuştu.
Kimileri, eşinin intihar etmediğini, kendisinin öldürmüş olabileceği kanısındalar. Doğru dürüst soruşturma açılmadığı, otopsi yapılmadığı, hatta o günün medyasında haber bile olmadığından gerçeği tam olarak bilmiyoruz.
Ne yurtseverliği, ne Hıristiyanlığa dönüşü, ne en yüksek
şeref madalyası; bir Yahudi olarak gözden düşmesini engelleyebildi. Hitler’in
hışmından kurtulabilmek için 1933’te İngiltere’ye kaçtı. Ama ‘savaş suçlusu’
olduğu gerekçesiyle İngiltere’de kabul görmediği gibi gitmeye niyetlendiği ABD
de istemedi.
Nazi blokajı ve Almanya’daki hiperenflasyon nedeniyle tüm
servetini kaybetmişti. Gittiği İsviçre’de, 1934’te Basel’de, bir otelde; beş
parasız, sefalet, sıla özlemi ve düş kırıklığı içinde ölü bulundu.
Trajedisi ölümüyle de bitmedi: İkinci dünya savaşı sırasında
Yahudileri gaz odalarında ölüme götüren zehirli gazların mimarıydı. İcat ettiği
Zyklon gazları, kendi akrabalarını öldürmek için de kullanılmıştı.
***
Suni gübre araştırırken ayrıntısını öğrendiğim Fritz Haber’in
yaşam öyküsü, beni fazlasıyla etkiledi. Bir kez daha iyilik ve kötülük üstüne
düşünmeme (ve bu derleme yazıyı yazmama) vesile oldu.
İyilik ve kötülük kavramlarının ne kadar nahif, ne kadar
kırılgan olduklarını; kimileri için iyi olanın kimileri için kötü yahut tersine
kimileri için kötü olanın kimileri için iyi olabileceğini düşündüm.
Eskiden beri inanageldiğim ve çok sevip çokça tekrarladığım
““her iyilikte bir parça kötülük, her kötülükte bir parça iyilik vardır” (Ying
Yang) düsturunu kendi içimde, bir kez daha teyit ettim.
Hayatın aslında grinin farklı tonlarından oluştuğu gerçeğine gözlerimizi kapayıp; grinin ton farklarında bocalamak yerine, ak ve kara (siyah ve beyaz, melek ve şeytan) ilan ederek, beynimizi yorma zahmetinden kurtulabiliyoruz.
Kim bilir, kendimizi kaç siyahın içindeki beyazdan mahrum
ettik ya da kaç beyazın içindeki siyaha gözlerimizi kapadık…
Belki de şeytan ve melek, -evrensel ölçekte dengelenmiş- tek
bir bedenin iki farklı yüzüdür. Biz faniler, -çıkarlarımızın rehberliğinde- bu
yüzler arasında mekik dokuruz. Belki de, konumumuzu evrensel doğru saymadan,
daha fazla tevazuya ihtiyacımız var.
***
Uzun yazılardan sakınma çabalarımın gereği, yazıyı burada
kesmek istiyordum. Ama suni gübrenin faziletleri yanında olumsuzluklarını;
hatta kimyasal silahın vahşeti yanında olumluluklarını eklemezsem, ying yangın
beyazlar içindeki siyahının ve siyahlar içindeki beyazının hakkını vermemiş
olacağımı düşündüm.
Suni gübre gıdaya erişimi kolaylaştırdı ama bazı bedeller
karşılığındaydı: Gübrenin üretimi için fazlaca fosil yakıt tüketilirken ve
gübredeki nitratların akarsular ve yeraltı sularına karışmasıyla çevre
kirliliği arttı. Nüfus patlamasıyla insan türünün gezegeni istilasının da pek
hayırlı olmadığı bir gerçektir.
Önceki dönüşümlü ekim ürün çeşitliliğini artırıyor, toprağın
sağlığını iyileştiriyordu. Gübre olarak hayvan dışkı ve idrarları kullanılıyor, çiftlikler
çeşitli hayvanlarla şenleniyor, çiftlikteki atıkların hayvanlara verilmesiyle ürün ziyanı
önleniyordu. Bu sürdürülebilir bir süreçti. Dahası, çiftlik farklı ürünleri,
hayvanları ve onlara nezaret eden insanlarla cıvıl cıvıldı.
Suni gübre bu cümbüşün sonunu getirdi. Hayvanlara ve dönüşüme
ihtiyaç kalmadı. Artık çiftçiyi çiftliğe mahkûm eden bir şey yoktu, işleri
şehirden de yürütebilirdi. Topraklar
yılın yarısında karardı ve kırlar sessizleşti.
Öte yandan kimyasal silahların acımasızlığı; ulusları bir
masanın etrafına toplanmaya, insan haklarını tartışmaya, savaşı olmasa bile
kimyasal silahların kullanımını önlemeye mecbur kıldı. Kimyasal silahlar
kervanına nükleer başlıkların da eklenmesi, toplumları savaşırken, iki kez
düşünmeye itti.
***
Şeytan ve melek zıtlığında, bilime yer vermesem olmazdı:
Kimileri bilimin (özelde genetiğin, yapay zekânın…) insanlığı refaha
götüreceğini savunurken, kimileri bu gelişmelerin ciddi riskler taşıdığı
inancıyla bilim ve teknolojik gelişmelerden ürküyor.
Aslında bu kökleri çok eskilere dayanan kadim bir ürküntü:
Âdem ile Havva’nın yasak ağacın meyvesini yiyip Cennetten kovulmaları,
Pandora’nın açılması yasak olan kavanozu açışıyla tüm kötülüklerin yeryüzüne
saçılması, uçmanın hazzıyla güneşe yaklaşan İkarus’un balmumundan kanatlarının
eriyip yere çakılması gibi pek çok kadim öykü, bu kolektif korkunun bir
yansımasıdır.
Temelinde neredeyse değişmeyen avcı-toplayıcı genlerimize,
çok hızlı (ve her geçen gün daha da hızlanan) kültürel evrimin ayak
uyduramayışı var.
İkisi arasındaki uyumsuzluk yüzünden, (merakın önderliğinde) bilim
ve teknoloji, (ne kadar refah ve kolaylık sağlarsa sağlasın) ‘primat bilinçaltımızı’
ürpertebiliyor:
Bilimin “bir şeyleri” güce dönüştüren bir simyacı olduğuna kuşku yok. Bu gücün yaratıcı yahut yıkıcı kullanılma potansiyeli, bize bir gerçeği fısıldar: Asıl mesele, bu iki tarafı da keskin kılıca benzeyen gücün hangi yanının kullanılacağı ve bu kararı kimin vereceği yani gücü kimin kullanacağıdır.
Ben –haklı çekincelere rağmen- tercihimi bilimi
desteklemekten yana kullanıyorum. Çabalar bilimi değil, bilimi kötüye
kullanacakları önlemek yönünde olmalı diye düşünüyorum.
Kaldı ki, ‘kötülerin’ yasaklara aldırmama ve onu aşmanın bir
yolunu bulma konusunda maharetlerinin çok daha fazla olacağını öngörmek, o
kadar zor olmayabilir.
Yorumlar
Yorum Gönder