Kanser-4: Kanser Önlenebilir mi?

 En başından bu konudaki bilgilerin sınırlı olduğunu söylemeliyim. Kanserin çok etkenli oluşu, etkenlerle sonuçlar arasına uzun zamanın girişi, bazı verilerin beyana dayanması (sübjektivite) gibi nedenler araştırmaları zorlaştırmaktadır.

Günümüzde vakaların yarıdan çoğunda açık bir neden gösterilemiyor. Bilmediklerimizin bir kısmını ebeveynimizden aldığımız ve/veya önceki kuşaklardan sürüklenerek bize ulaşmış mutasyonlara (bir başka deyişle genlerimize) fatura edebiliriz. Kadınların meme, erkeklerin prostat kanserlerinde olduğu gibi cinsiyet unsuru da bizim seçimimiz değildir.

Daha da önemlisi, bir önceki bölümde açık ara en önemli unsurun ileri yaş olduğunu görmüştük. Biraz yavaşlatabilir ama yılların akışını yani yaşlanarak kanser riskimizin artışını durduramayız. Aldığımız her nefes (artan serbest radikal riskiyle) veya güneşten ulaşan her bir foton (taşıdığı ‘yıkıcı’ enerjiyle) bizi bir parça daha aşındırır.

Yine de “enseyi karartmak gerekmiyor”. Elimizde değiştirebileceğimiz bazı şeylerin kansere yol açtığını gösteren güçlü kanıtlar var. İngiltere’de yapılan bir çalışmada kanserlerin %37,3’ünün bilinen risk faktörlerine atfedilebileceği; yaklaşık olarak tütünün %14,7; aşırı kilonun %6,3; radyasyonun %3,8; meslek hastalıklarının %3,7; enfeksiyonların %3,5; alkolün %3,4; yetersiz lifin %3,3; iyonlaştırıcı radyasyonun %3,0; işlenmiş etin %2, hava kirliliğinin %1 kadar pay sahibi olduğu bildirildi. En azından sebebini bildiğimiz bu riskleri bertaraf etmeye çalışabiliriz.

Japonya’da mide, Amerika Birleşik Devletlerinde meme, Afrika ve Güneydoğu Asya’da karaciğer kanserlerinin daha sık görülmesi yaşam tarzının önemini gözler önüne seriyor.

Daha da iyi haber, “bütün yollar (yeni) Roma’ya (yani Konstantinopolis’e) çıkar” deyişinde olduğu gibi, -sorun ister kanser, ister kalp-damar olsun- hemen her tür sağlık sorununda önerilen yaşam tarzının büyük ölçüde örtüşmesi; hep aynı davranış değişikliklerinin önerilmesidir.

Hem genelde, hem de kanser özelinde yapılabilecekleri paylaşacağım. Ama bundan önce söylemek istediğim bir şey var: İnsanların giderek sağlıklarını daha fazla önemseyip bir şeyler yapma çabalarını görüyor ve mutlu oluyorum. Fakat çok ama çok fazla gördüğüm bir zafiyet var. Önceliklendirme yanlış yapılıyor. Sigara içen insanların yaklaşık yarısının, sigaranın neden olduğu kanserler ve kalp-damar hastalıkları nedeniyle öleceği gerçeği ortada duruyorken, sigara içmeyi sürdüren biri hava kirliliğini bahane ederek parkta koşmaktan imtina edebiliyor. Yahut fazla kiloları için yeterince çabalamayan biri, endüstrinin tuzağına düşerek, etkinliği şüpheli (belki de zararlı olabilecek) bir besin takviyesine yüksek ücretler ödeyip –farkında olmadan- ‘denek’ olabiliyor.

Böylesi davranış kusurlarında endüstri ve sosyal medya yanında,  ‘vade’ sorununun da payı var: Etkenin sonucunu hemen gördüğümüzde (mesela düşüp bir yerimizi incittiğimizde) telaşa kapılırken; etkenle sonuç arasındaki mesafe uzadıkça duyarlığımız o ölçüde azalıyor. Mesela sigaranın bir yığın zararı on yıllar sonra ortaya çıkıyor ve onun sorunun nedeni olabileceği aklımıza dahi gelmeyebiliyor.

***

Kanseri önlemek için en akıllıca yol, kanser yaptığı kanıtlanmış risk unsurlarından uzak durmak, şayet hayatımıza girmişlerse onlardan kurtulmanın bir yolunu bulmaktır.

Tütün, önlenebilir en önemli kanser nedenidir. Kalp ve damar hastalıkları başta, pek çok hastalığa yol açtığı su götürmeyen, ömrü yıllarca kısalttığı kanıtlanmış bu denli zararlı bir şeyin, hâlâ bu kadar kabul görüyor olabilmesi izaha muhtaçtır. (İtiraf edeyim: Geçmişte bu aptallığı ben de yaptım ve hayatımdaki en büyük pişmanlıklarımın başında gelir.)

Tüm dünyada ve ülkemizde sigara ile savaş konusundaki çabalar sevindiricidir ama yetersizdir. Daha fazlasına ihtiyaç var. İnsanların tütün kullanmaya başlamamaları, kullananların ivedilikle bırakmaları için çok daha fazla farkındalık yaratmak ve uyarmak; sigara bırakmaya destek vermek, pasif içiciliğe engel olmak gerekiyor.

Bağımlılık yaptığından (ve bırakmak bu yüzden güç olduğundan) başlamamak en iyisidir. Ama başlanmışsa, ivedilikle bırakmak gerekir. Asla geç değildir! Bırakmanın yararı ilk günden başlar ve yıllar içinde muhtemel risklerden giderek uzaklaşılır. Kabaca sigarayı bıraktıktan on yıl sonra akciğer kanseri riski, içmeye devam eden birine göre yarı yarıya azalır.

Çeşitli kuruluşların desteği, telefon uygulamaları ve bazı ilaçlar (Bupropion, nikotin replasmanı) bırakmayı kolaylaştırabilir.

***

Enfeksiyonlarla savaşta, alınabilecek en basit tedbir, (o patojene karşı geliştirilebilmişse) aşı olmaktır.

Kanser etkenlerinden biri olan HPV için, yüksek riskli türlerine yönelik aşı geliştirilmiştir (Gardasil ve Cervarix). Bulaştıktan sonra fayda sağlamadığından, henüz cinsel aktivite başlamamışken (9-11 yaşından itibaren) hem erkek, hem kızlara (15 yaşından önce 2, sonra 3 doz şeklinde) yapılması önerilir. Cinsel aktivite başlamış olanlarda da –şayet henüz riskli tipler alınmamışsa- yarar sağlayabilir.

Gastroenteroloji asistanlık yıllarımda, sirozlu hastalar karşısında onca çaresizlikten sonra, B hepatitine karşı aşının uygulanmaya başlanması beni son derece mutlu etmişti. Çok doğru bir kararla artık Türkiye genelinde sıfır yaş grubu bebeklere ve risk grubu olarak tanımlanmış kişilere Sağlık Bakanlığınca ücretsiz uygulanmaktadır. Aşı 3 dozdur, yetişkinler için geliştirilmiş 2 dozluk formu da vardır.

Ücretsiz aşı uygulaması görece yeni olduğundan yetişkinler HBV için testle aşı ihtiyaçları olup olmadığını öğrenebilirler. Bu özellikle, doğum sırasında bebeklerine geçebildiğinden -bebeği HBIG yani antikorla koruyabilmek için- hamilelerde ve –olası bulaşımı önlemek için- cinsel partnerlerde önemlidir.

HBV kan ve vücut sıvılarıyla yayıldığından, başkalarının kan ve vücut sıvılarıyla doğrudan temastan sakınmalı; olası temas sonrası eller sabun ve suyla özenle yıkanmalı, şayet varsa (riskli enfeksiyona sahip olmadığı bilinen eşler dışındaki) cinsel partnerler için kondom (prezervatif) kullanılmalı, kan lekeleri çamaşır suyuyla temizlenmelidir. Beden bütünlüğüne zarar veren süsleme amaçlı (kulak, burun, kaş vs) delme (piercing), dövme, akupunktür gibi işlemlerde steril malzeme kullanıldığından emin olunmalıdır. Enjeksiyon yoluyla kullanılan uyuşturucularda asla ortak şırınga kullanılmamalıdır. Diş fırçası ve tarakları paylaşmamalıdır.

HCV, EBV, HIV, HTLV-1, HHV-8 de vücut sıvıları ve kan yoluyla yayılır. Bu yüzden HBV için belirttiğimiz önlemler, genelde bu virüsler için de geçerlidir. Ama HBV için çok küçük miktarlar bile yetebildiğinden çok daha bulaşıcıdır. HCV, HTLV-1 ve HHV-8’de kan; EBV’de tükürükle bulaşım daha öndedir. Bu yüzden EBV’de öpüşme, diş fırçası ve yeme-içme kapları paylaşımı özellikle risklidir. Şükür ki, -sıklıkla anne sütünden ve cinsel yolla bulaşabilen-HTLV-1 ülkemizde son derece nadirdir.  HHV-8’in ülkemiz genel toplumunda ne ölçüde bulunduğuna ilişkinse yeterli veri yoktur. Ancak HİV ile enfekte kişilerde rastlandığına ilişkin yayınlar vardır. HIV, daha çok cinsel temasla (ve ortak kullanılan uyuşturucu enjektörleriyle) geçer. Riskli cinsel temaslarda kondom yanında, koruyucu ilaç (PrEP) desteği ile daha etkin bir koruma mümkündür.

Yukarıda sıraladığımız virüslerin hemen hepsinde cinsel geçiş söz konusu olduğundan cinsel partner sayısının azaltılmasının, kondom kullanımının, partnere test yaptırmanın önemini bir kez daha vurgulamalıyım.

Helikobakter pilori daha çok erken çocuklukta (genelde 1-2 yaşları arasında) alınmaktadır. Bulaşma enfekte kişiden, enfekte olmayana; dışkıdan ağza ve ağızdan ağza yoluyladır. Aile içi geçiş fazladır. Çalışmalar en büyük kaynağın anneler olduğunu göstermektedir. Mikrobun midede yerleşimi nedeniyle, kusmukla bulaşım riski en yüksektir. HP ile kirlenmiş içme sularından geçiş mümkündür. Daha önce de belirttiğim gibi, ailenin gelir ve eğitim derecesi arttıkça, bu enfeksiyon riski azalmaktadır.

Annenin bebeğiyle ilişkisinde –emzik yalama, ortak kaşık-bardak kullanımı, yiyecekleri çiğneyerek verme gibi yollarla- ağız salgısı hayli risklidir. Elleri iyice yıkamak, uygun şekilde hazırlanmış yiyecekler yemek ve güvenli, temiz bir kaynaktan su içmek riski azaltır.

Kansere yol açtığını bildiğimiz enfeksiyonları önlemek en iyisidir. Ama bir biçimde bu enfeksiyonlara yakalanmış kişiler için de her şey bitmiş değildir. Söz konusu enfeksiyonların mümkünse kökünün kazınması, mümkün değilse tedavilerle mikrop yükünün azaltılması da kanser riskinin azaltılmasını sağlar. Yani enfeksiyon-kanser ilişki 0/1 ya da hep/hiç tarzı bir ilişki değildir. Vücuttaki savaş uzun sürdüğü ve şiddetlendiği oranda risk büyür.

***

Zarara verdiğine kuşku olmayan UV ışınların temel kaynağı güneş olduğundan, –çok sevilen- güneşe karşı önlemimizi almalıyız. Meraklılar, daha önce bu konuda yazdığım “Cildinin kırışmasını istemeyenler için: (3) Ne yapabiliriz?” bağlantısına bakabilirler.

Her şeyden önce gerek solaryum, gerekse sahilde güneşlenerek bronzlaşma sevdasından vaz geçmek gerekir. Özellikle yaz mevsiminde, güneşin dik geldiği öğle saatleri daha çok sakınmak; kar ve kumun yansıtmayla zararı katlandırdığını akılda tutmak, siperlikli şapkaları ve kol ve bacağı örten giysileri yeğlemek zararı azaltabilir.

Ama gölgede veya pencere ardında olmak bile zararı tümüyle bertaraf etmeye yetemediğinden güneş kremleri kullanma konusunda daha cömert olunabilir. Günlük kullanımda SPF 15, açık havada 30 ve üstü, güneşin yoğun hallerinde 50 ve üstü koruma faktörlüler tercih edilebilir. Kremin UVA’ya karşı da koruma sağlaması önemsenmelidir. Bunun için PPD değerine bakılabilir. Uygulanan miktar yeterli olmalı ve –etkisi saatler içinde geçtiğinden- gerektikçe tekrarlanmalıdır.

Doğabilecek D vitamini eksikliğini –güneşlenmek yerine- takviyelerle gidermenin daha doğru olduğuna inanıyorum.

İyonlaştırıcı radyasyonla daha çok tıbbî prosedürler sırasında karşılaştığımızı söylemiştim. Gereksiz röntgen, özellikle de tomografi ve nükleer tıp incelemelerinden uzak durmaya çalışmalı; bu incelemelerin yapılmasını talep etmemeli; hekim önerdiğinde de yararının riskine değeceğinden emin olmalıyız. Ülkemiz tıbbının bu uygulamalara gereğinden fazla başvurduğunu, halkın da olası zararları konusunda duyarsız kaldığını düşünüyorum.

Benzer bir duyarsızlığın (zemin kat ev ve kuyularda) radon gazı için de olduğu kanısındayım. Oysa kolaylıkla ölçülebilmektedir ve yüksek saptanmışsa bazı önlemlerle zararı hafifletmek mümkündür.

***

Kanserojen kimyasallar, daha çok –üretim aşamasında- bir meslek hastalığı olarak karşımıza çıkar. Bu yüzden çalışan, işveren ve kamunun ortak sorumluluğudur. Çoğu sorun maruziyetin özelliklerine göre kolayca hafifletilebilir.

Bireysel bazda –özellikle kapalı ortamlarda- katı yakıt kullanımının olası zararlarına karşı dikkat etmek gerekir.

Aflatoksin, sıklıkla ihraç edilen tarım ürünlerinin ülkemize geri yollanmasıyla gündemimize geliyor. Bu da ister istemez, üreticilerin bu konuda yeterli özeni göstermediklerini, kamunun da duruma etkin şekilde müdahale etmediğini  (en azından yeterince kontrol yapmadığını) düşündürüyor. Aflatoksinin önemli bir halk sağlığı sorunu olduğu konusunda her düzeyde daha fazla duyarlılığa ihtiyaç olduğu açıktır. Ne yazık ki, bu konuda tüketicinin yapabileceği –küflendiğinden kuşku duyduğunu yememek gibi- sınırlıdır. Sanırım çözüm için ilk adım, bu konudaki farkındalığı her düzeyde artırmaktır.

***

Yol açtığı sorunların miktar ve ciddiyeti açısından, çağımızın en önemli sağlık sorunu olmasına rağmen, fazla kilolarla savaşta şu ana kadar –dünya çapında- çok başarı sağlanamadı. Bunun temelde, avcı-toplayıcı yaşam koşullarına uyarlanmış genlerimizi taşımaya devam etmemize karşın, bu koşullarla son derece uyumsuz günümüz yaşam koşulları arasındaki çelişkiden kaynaklandığı söylenebilir. Bol kalorili (şekerli, yağlı) ve leziz gıdalara kolaylıkla erişebiliyor, her geçen gün hareket gereksinimimiz giderek azalıyor, kronik stresle boğuşuyor, (yapay ışık ve çalışma koşulları nedeniyle) yeterince (ve kaliteli) uyuyamıyoruz.

Bu yüzden (bilim çok daha etkin çözümler geliştirene kadar) sağlıklı kiloyu sürdürmek, (akıntıya karşı kürek çekmek gibi) güçlü bir iradeyle, bir ömür boyu çaba gerektiriyor.

***

Bölümün başında söylediğim gibi, -kanser dahil- çağımızın çoğu sağlık riski benzer davranış değişiklikleriyle önlenebilir. Bunları kısaca maddeleyeceğim:

  • ·       Tütün kullanmamalı; başlanmışsa derhal bırakmalıdır.
  • ·       Bedende yağ fazlalığına izin verilmemeli; ideal beden ağırlığı ve bel çevresi sağlanmalı ve korunmalıdır.
  • ·       Bol kalorili (şekerli, çok yağlı) yiyecekler, işlenmiş (ve kırmızı) etlerin tüketimi azaltılıp sebze-meyve-bakliyat ve tam tahıldan zengin (bol lifli) bir diyet yeğlenmelidir.
  • ·       Alkol tercihen kullanılmamalı; kullanılıyorsa tüketimi erkeklerde günde iki, kadınlarda bir kadehi geçmemelidir. 
  • ·       Haftada en az 150 dakika orta yoğunlukta (ortalama 11,25 MET-saat) veya 75 dakika yüksek yoğunlukta (ortalama 7,5 MET-saat) aerobik (nabız ve solunumu hızlandırıcı) egzersiz ile haftada 2 ya da 3 gün kas güçlendirici egzersiz yapılmalıdır.
  • ·       Kronik stresle baş etme ve pozitif düşünme yetisi kazanmalıdır.
  • ·       Yeterince (ve kaliteli) uyku önemsenmelidir.
  • ·       Güneşin zarar verebileceği gözetilerek cildimiz ve gözlerimiz olabildiğince korunmalıdır.
  • ·       Cinsel partner sayısı sınırlanmalı, riskli ilişkilerden sakınmalı, en azından kondom (prezervatif) kullanılmalıdır.
  • ·       Diş bakımına (fırça ve diş ipi ile) özen göstermeli, düzenli kontroller yaptırılmalıdır.
  • ·       Tıbbın önerdiği aşılar yaptırılmalı; (sık görülen, yüksek riskli, önlenebilen sağlık sorunları için) sağlık kontrolleri ihmal edilmemelidir.
  • ·       Çocuklarının sağlıklı bir mikrobiyataya sahip olması için anneler sezaryen yerine vajinal doğumu, (aynı zamanda kendi kanser risklerini azaltmak için) mamalar yerine emzirmeyi yeğlemeliler. Sağlıklı bir mikrobiyata için antibiyotikler suiistimal edilmemelidir.
  • ·       Pozitif duygular yaratan (aile ve arkadaşlarla) sosyal bağlar kurmalıdır.
  • ·       Yeni şeyler öğrenerek zihni zinde tutmalıdır.

***

Kanser mecrasından sapmamak için, genelde saymadığım, kanserle ilişkilendirilen bazı özel önlemlere değinmek istiyorum:

  • ·       Yeme süresinin günde 8-6 saatin altında bir süreyle sınırlandığı veya haftanın bazı günlerinin tümüyle aç geçirildiği, farklı şekillerde uygulanan ve son yıllarda hayli popüler hale gelen ‘aralıklı oruç (intermittent fasting)’; hem kanseri önleyebiliyor, hem de kanser tedavisi gören hastaların tedavisine destek oluyor görünüyor.
  • ·       Lif oranı yüksek besinler ile süt ürünleri (ve kalsiyum) tüketiminin kalın bağırsak kanseri riskini azalttığı saptandı.
  • ·       Sebze-meyveden zengin, işlenmiş etten fakir yiyeceklerin mide kanseri riskini azaltabileceği bildirildi.
  • ·       Domates, domates bazlı ürünler, karpuz ve çilekte bulunan likopenin veya soyanın prostat kanseri riskini düşürmeye yardımcı olabileceğini bildiren yayınlar vardır ama kanıtlar çok güçlü değildir.
  • ·       Testosteronun dihidrotestosterona dönüşümünü engelleyen Finasterid ve Dutaserid prostat kanseri riskini azaltır. Ama iyi huylu prostat büyümesi yoksa, sırf kanser önlemek amacıyla bu ilaçlar önerilmez.
  • ·       Bitkilerden zengin ve düşük yağlı süt ürünleri tüketiminin, özellikle menopoz öncesi kadınlarda meme kanserine karşı koruma sağlayabileceğini bildiren çalışmalar vardır. Meme kanseri için yüksek risk taşıyan kadınlar alkolden de sakınmalıdır.
  • ·       Östrojene maruziyeti azalttığı için doğum ve emzirme -sayı ve süreye paralel olarak- meme, rahim ve yumurtalık kanser riskini azaltır.
  • ·       Östrojen karşıtı etkilere sahip (SERM grubundan Tamoksifen, Raloksifen ve AI grubundan Anastrazol, Letrozol gibi) ilaçlar meme kanseri riskini azaltır. Bu nedenle göğüs bölgesine radyasyon tedavisi yapılmış, (lobüler karsinoma insitu, atipik hiperplazi gibi) patolojileri yüksek riskli bulunan 35 yaş üstündekilere yararlıdır. Özellikle Tamoksifen, ilgili hekimler tarafından yüksek riskli kişilerde önleyici ve meme kanseri tanısı sonrası tedavi için önerilebilmektedir.
  • ·       Meme ve yumurtalık kanseri için (BRCA ve aile öyküleri nedeniyle) çok yüksek risk taşıyanlar (cerrahi müdahale ile)memeleri ve yumurtalıklarından kurtulmayı seçebiliyorlar.
  • ·       Ağızdan doğum kontrol haplarının (oral kontraseptiflerin) kullanılmasının; meme ve rahim ağzı kanserleri riskinde artış; buna karşılık rahim, yumurtalık ve kalın bağırsak kanser risklerinde azalış sağladığı bildirilmiştir.
  • ·       Kapsamlı araştırmalar uzun süreli aspirin gibi ‘steroid olmayan yangı giderici (NSAİD)’ ilaçların kullanılmasının –uzun vadede- erkeklerde toplam kanser riskini ama kadınlarda yalnız kalın bağırsak kanser riskini azalttığını ortaya koydu.
  • ·       Şeker ilacı olarak bilinen Metforminin kalın bağırsak, pankreas, karaciğer ve akciğer kanserini anlamlı; meme ve prostat kanserini muhtemelen azalttığı ve genelde kanserden ölüm oranını düşürdüğü saptandı.
  • ·       Kanın pıhtılaşmasını azaltan (‘kan sulandırıcı’) Warfarine (Coumadin) başta akciğer, prostat, meme olmak üzere genel olarak kanser sıklığını azalttığı ve kanserlilerde sağkalımı iyileştirdiği yayımlandı.
  • ·       Hareketliliğin kansere yararı meme ve kalın bağırsak için güçlü kanıtlara sahipken; mesane, prostat, rahim, yemek borusu, böbrek ve mide kanserine de faydalı olabileceği saptandı. (Buna karşılık –muhtemelen açık havada daha fazla kalmayla ilişkili olarak- melanom riski fizik aktiviteyle artıyor bulundu!)

 

Kanseri önlemede vitamin ve mineralleri rolü

Pek çok kişinin aklına gelmiştir: “Ya vitamin ve mineral destekleri? Onları almak kanserden korumaya yardım etmez mi?

Kestirmeden yanıtlayayım: Tek tek veya birçoğunu bir arada barındıran (‘multi’) vitamin ve/veya mineral takviyelerinin kanseri önleyebildiğine ilişkin yeterli kanıt yoktur.  En azından kayda değer bir yarardan söz edilemez.

Tabii ki, bu işten para kazanan güçlü bir endüstri ve bunların kamuoyunu etkileyen güçlü lobileri vardır. Sağlıkları için haklı olarak endişelenen insanlara ‘umut’ satarlar. Zaman zaman iddialarını destekleyen münferit yayınları ileri sürerler. Ama güvenilir pek çok araştırmayı bir arada inceleyen meta-analiz ve sistematik gözden geçirmeler, ileri sürülen iddiaları doğrular nitelikte değildir. B6, B12, E, C, D vitaminlerinin, folik asitin, beta karotenin, selenyumun kanser riskini azalttığına dair yeterince güçlü kanıt yoktur.

Bunun anlamı vitamin ve minerallerin işe yaramadığı değildir. Vitamin ve mineral ihtiyacının doğal yollardan besinlerle karşılanmasının daha iyi olacağı konusunda fikir birliği vardır. Belki evrimsel olarak beden tasarımımıza daha uygun oldukları, belki de besinlerin bilmediğimiz başka faydalı unsurları nedeniyledir.

Vitamin ve mineraller sıklıkla vücudumuzda oluşan serbest radikallerin oksidasyonla yaratabileceği hasarları önleyici ‘antioksidanlar’ olarak gündemdedir. Ama yakın zamanda bu ‘zararlı’ serbest radikallerin, aynı zamanda vücudun olumlu tepkilerini harekete geçiren sinyaller olarak rol üstlendikleri çokça dile getirilmeye başlandı. Hafife alınmayacak iddia, takviye olarak verilen antioksidanların bu sinyalleri bozabildiği ve üstelik doğal antioksidan tepkiyi bastırabilecekleridir.

Bu iddialara hak kazandıran örnekler vardır:

Sigara içenlerde beta karoten takviyesinin akciğer kanserini azaltması beklenirken arttığı saptandı. Aynı şey asbest kullanan erkeklerde de ortaya çıktı. Yine beta karoten takviyesinin prostat kanser sıklığını ve ölümlerini artırdığı görüldü.

Demir depolarında artışın ve diyet demirinin kanser riskini artırıyor olabileceğine ilişkin gözlemler vardır.

Kalsiyum alımında artış kalınbağırsak kanser riskini azaltıyor görünürken prostat kanserini artırabildiği yayımlanmıştır.

Günde 100 mg’ı aşan çinko takviyesinin prostat kanser riskini arttırdığı bildirildi.

Selenyumun güvenli ve toksik dozları arasındaki aralık dar olduğundan selenyum takviyesinin iyi bir fikir olmayabileceği söyleniyor.

Son olarak “her derde deva” gibi sunulan D vitamini aşırı tüketimi çılgınlığının toksik doz boyutlarına çıkabileceği endişelerimi belirtmeliyim.

 

Önceki Bölüm: Kanser-3: Kanserin Nedenleri

Sonraki Bölüm: Kanser-5: “Erken teşhis hayat kurtarır” 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Anneler ve Çocukları

Kanser-1: Kanser Neyin Nesi?

Bağışıklığı Güçlendirmek-1: Kısaca Bağışıklık Sistemi