Çıplak şempanze


Günümüzden 7 milyon yıl kadar önce Doğu Afrika’nın sık ormanları, büyük bir fay kırılmasına maruz kaldı. İklim alt-üst oldu. Batısı bol yağmur alırken doğusu kuraklaştı ve orman giderek seyreldi. Günümüz goril ve şempanzelerinin atası olan, kırığın batısındakiler, ormanda eski yaşamlarını sürdürürken; doğusundakiler önce savana, sonra da steplerde yaşamaya zorlandılar. Bu talihsizlik, insan türünün doğuşuna vesile oldu.

Bu yazı, birçok kişinin kabullenmekte zorlandığı bir kuyruksuz maymundan insana değişimin yalnızca cilde yansımasıyla sınırlıdır.

***

İklim değişimiyle açık alana çıkmak zorunda kalan insansı atalarımızın beslenmesi; meyvelerden bulabildikleri şeylere yöneldi. Aç kalmamak için uzun mesafeler kat edip toplamaya ve avlamaya çalıştılar. Ama -aslan, kaplan gibi- yırtıcı tehlikesi yüzünden, bunu en güvenle yapabilecekleri saatler, bu avcıların gölgeye çekildikleri öğle saatleriydi.

Öğle vakti, güneşin en yakıcı olduğu ve sıcaklığın doruğa çıktığı zaman dilimiydi. Evrimin; çeşitliler arasında yalnızca ortama en iyi uyabilenlerin hayat sahnesinde kalmasına izin verdiği, süre konusunda sabırlı ama kimlerin sağ kalıp üreyeceği konusunda insafsız çarkı -her zamanki gibi- dönmeye başladı.  

Evrimin sabrına burada da tanıklık ettik: Adım adım dönüşümlerin doruğa çıkıp, insanın anlatacağımız dönüşümlerinin çoğunun 1-2 milyon yıl önce gerçekleştiği düşünülmektedir.

***

Çoğu canlı gibi, insansıların da hücreleri dar bir sıcaklık aralığında faaliyetlerini sürdürebiliyordu. Afrika sıcağında, özellikle öğle saatlerinde, üstelik zaman zaman -beden sıcaklıklarına tavan yaptıran- sürek avı için koştukları düşünüldüğünde; yaşamlarını sürdürebilmeleri için fazlaca yükselen vücut sıcaklığıyla baş etmek zorundaydılar.

Ne var ki, ılıman iklimlerde -elektromanyetik- ışıma, hava akımı ve iletim yoluyla sağlayabildikleri ısı kaybı çözümleri çok sıcak ortamlarda işe yaramıyordu. Tek çare buharlaşmayla serinlemekti. Bu ilk memelilerin, bazı sürüngenlerin, çoğu kuşun da başvurduğu bir yoldu. Çok sıcaklarda daha sık soluyor, ağızlarını açıyor ve -köpeklerde olduğu gibi- dillerini çıkarıyor ve soluk yollarından buharlaşma yoluyla ısı kaybedip serinliyorlardı.

Aslında -soluk yollarının yanı sıra- deriden de buharlaşma mümkündü. Ama buharlaşacak suyun yüzeye çıkmasına yani ter bezlerine ihtiyaç vardı ve buharlaşmayı kıllar veya tüylerin engellememesi gerekiyordu.

Bazı memelilerle birlikte insansılar kürklerini kaybederek, daha doğrusu sert ve renkli kıllarını, -büyük ölçüde-, yumuşak, cılız ve renksiz hale dönüştürerek ve ter bezi sayısını artırarak etkin buharlaşma imkânına kavuştular.

***

Ama vücudun birkaç bölgesi, bu kılsızlaşarak çıplaklaşma dönüşümünü yaşamadı.

Ayakları üstünde dik durup yürümeye başlayan insansıların beyninin, güneşin dik geldiği öğle sıcağında pişmekten korunması gerekiyordu. Bu yüzden başı örten “saçlar” dökülmedi. (Pek çok erkeğin baş belası olan saç dökülmeleri, bir başka yazı konusudur.) Ayrıca saçların -değerli beyni taşıyan- kafayı travmalardan korumaya yardım ettiği ve -aslanın yelesine benzer biçimde- eş seçiminde rol oynadığı ileri sürülmüştür.

Bir de koltuk altı ve kasık kılları varlığını sürdürdü. Sürdürmekle kalmayıp daha çarpıcı hale geldi. Bunun nedeninin tartışması sürmektedir. Her şeyden önce bu kıllarla ilişkili (“apokrin”) ter bezlerinin, diğer (“ekrin”) ter bezlerinden farklı olarak -buharlaşmayla- serinletmeye faydalarının olmadığı kabul edilmektedir. Kimileri, ergenlikte belirip, yaşlılıkta zayıflayan bu kılların; cinsel olgunluğu ve üreme potansiyelini işaret eden “seksüel seçim” göstergesi olduğu kanısındadır. Bazısı bu düşünceyi daha da ileri götürüp bu kılların bağlı olduğu bez salgılarının koku yoluyla yaydığı sinyallerinin daha uzun süre korunmasına hizmet ettiğini ileri sürer.

Bazısına göre sinyaller, karşı cinsi cezbedici “foremonlar” içerir. Bu doğruysa, eş bulma kararına bu sıcak ve nemli bölge mikroplarının da müdahil olması muhtemeldir.

Bazısı da koku aracılığıyla verilen sinyallerin, bağışıklık sistemlerinin ne kadar benzer ve farklı olduklarını (“MHC” üstünden) ayırt etmeye yaradığı kanısındadır. Farklı araştırmalar, insanların kendilerine eş olarak bağışıklık sistemi benzemeyenleri yeğlediklerini göstermektedir.

***

İnsan ter bezlerini artırıp kılsızlaşarak sıcağa daha dayanır hale geldi. Ama artık “çıplak” cilt doğrudan güneşe maruzdu. Dahası, -akraba türlerdeki gibi- koyu kılların altında açık renk bir cilde sahipti. Bu da cildin morötesi ışınlara cilde zarar verecek ölçüde muhatap olması demekti.

Cilt bu sorunu, boya üreten hücrelerle, cildi (“melanin” ile) esmerleştirip, -tümünün olmasa da- bazı morötesi ışınların derinlere nüfuzunu önleyerek aştı.

Aslında morötesi ışınların bir bölümü, derimizde D vitamini üretilmesini sağlıyordu ve D vitamini -son dönemlerde yoğunlaşan çalışmaların da ortaya koyduğu gibi- pek çok vücut işlevini etkileyen önemli bir vitamindi (http://www.drpozitif.com/diyet.aspx/Sonuc-olarak-D-vitamini). Güneşin zararını azaltan boya katmanının, D vitamini üretimini olumsuz etkileme riski vardı. Fakat Afrikadaki ilk insansılar güneşe o kadar çok maruz kalıyordu ki, güneşin zararını azaltırken D vitamini üretimi engellenmiyordu.

Ancak bu durum insanın Afrika’dan çıkıp Dünya’nın kalanına yayılmasıyla bir sorun haline geldi. Ekvatordan uzaklaşıldıkça ve özellikle Kuzeye gidildikçe insanlar güneşten bunalmak bir yana, güneşi göremez oldular. Bu durum, yaşamsal öneme sahip D vitamini üretimini olumsuz etkiledi.

Evrimin çarkları Avrupa ve Doğu Asya’da birbirinden bağımsız iki mutasyonla, insanın cildinin koyuluğunu kaybetmesiyle güneşe hasretlerin ciltlerini yetersiz D vitamini sorunundan kurtardı. Günümüzde kuzeyin koyu ciltlilerinin, söz konusu mutasyonlar sonrası göç edenler olduğu kabul edilmektedir.

***

İnsanın kürksüzleşmesi, burayı mesken edinebilecek çeşitli böcek, parazit ve mikroplardan; dolayısıyla da bunların yol açabileceği çeşitli hastalık hatta ölümlerden kurtulmayı sağladı. Oysa saçlar ve kasık bölgesi, bu risklere hâlâ açıktı.

Buna karşılık, kılsızlaşma süreci ergenlik sivilceleri (“akne vulgaris”) ile yeni bir soruna kapı araladı. Yağlanması gereken kürk kalmayınca, ihtiyaç fazlası “sebum”, gözenekleri tıkamaya başladı. Fırsatçı mikroplar, işi daha da büyüttüler.

***

Bitlerdeki DNA çalışmaları, insanın günümüzden 42-72 bin yıl kadar önce giysi giymeye başlayıp “çıplaklıklarına son verdiklerini” düşündürmektedir.



Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Doğrusu onbin adım mı?

B12 vitamini düzeyinin yüksekliğine sevinmeli miyiz? Yoksa…

Anneler ve Çocukları