Anneler ve Çocukları
Çocuklar Zekâlarını Annelerinden mi Alır?
Dünya genelinde de öyle midir, bilmiyorum. Ama ülkemizde hemen
herkesin zekâ konusunda özgüveni yerindedir.
Dahası çoğu ebeveyn, çocuklarının da hayli zeki olduğu kanısındadır. Derslerdeki
başarısızlık, çocuğun çalışmamasına ve haylazlığına bağlanır.
Çalışmalar, zekânın yetiştirme ve eğitimden çok kalıtımla
belirlendiğini gösteriyor. “Doğa mı, yetiştirme mi önemli?” sorusuna yanıt
bulmanın gözde araştırma yöntemi olan tek yumurta ikizlerinde yapılan bir
araştırma zekâda kalıtımın payını %70 bulmuş.
Bu yüzden ebeveynler arasında, sıklıkla, çocuklarının
‘yüksek zekâsını’ kimden aldığı konusunda tatlı bir atışma yaşanır.
Medyayı takip eden (ve onlarla etkileşen) birçok anne, “bilimin çocuğun zekâsını annesinden aldığını
saptadığını” gururla dile getirir.
Haksız sayılmazlar! Gerçekten de doksanlı yıllarda
yayımlanan ve 12.686 çocuk ve ergeni kapsayan böyle bir çalışma vardır: Bu
yayında çocuğun zekâsına ilişkin farklı parametrelerden, en çok annesinin
zekâsıyla uyumlu olduğu bildirilmişti. Ebeveynler arasındaki bu fark “babanın
zekâ genini taşıyan yalnızca bir X kromozomu varken, annenin iki X kromozomuna
sahip olmasına” ve “babanın bilişsel genlerinin anne tarafından susturulmasına”
yorulmuştu.
İlginç bir biçimde, çalışma neredeyse tüm dünya gazete ve
dergilerinde haberleştirildi. Böylelikle, anneler, -söz ettiğim atışmada- babalara
karşı kullanabilecekleri güçlü bir dayanağa kavuşmuş oldular. Bundan böyle,
“çocuğun zekâsını annesinden aldığı”, dünya çapında tüm annelerin övünçle
paylaştığı bir söyleme dönüştü.
***
O günden bugüne genetikte hayli ilerlemeler oldu ve söz
konusu yayın, içerdiği yanlışlarla bilim dünyasındaki değerini kaybetti. Ama (doğruluk
yerine) –okunma sayısını önceleyen- Google sayesinde, yayının medya yansımaları
babalarla tartışmada annelere ‘cephane’ olmayı sürdürüyor.
Bir zamanlar her özelliğin bir geni olduğu sanılıyor ve bu
yüzden de bir zekâ geni olduğuna inanılıyordu. Ancak –zekânın da aralarında
olduğu- çoğu özelliğin –tek bir geninin olmayıp- pek çok genin ortak
faaliyetinin sonucu olduğu anlaşıldı.
Yani, tek bir zekâ geni yoktu! Tabii ki, pek çok gen olunca,
bunların anne ve babanın farklı kromozomlarına dağılmış olacağı kolayca
çıkarsanabilir.
Kaldı ki, dişilik özelliklerini taşısa da, X kromozomunun kaynağı
tek başına anne değildir: Cinsiyet kromozomu XY olan oğlanlar X’i anneleri,
Y’yi babalarından alırken; XX olan kızlar X’lerin birini annelerinden, diğerini
babalarından alırlar. Diğer kromozomlarsa 22’si anne, 22’si babadan gelecek
şekilde tamamlanırlar.
X kromozomunu annelerinden almaları nedeniyle, oğullara
annelerinin genom katkısının bir parça da olsa, babalara göre daha fazla
olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü X kromozomunda gen sayısı bin civarındayken
(genomun yaklaşık %5’i iken), Y kromozomundaki gen sayısı 80 civarındadır
(genomun %2 kadarıdır). Ne var ki, annelerin oğullarına bu fazladan katkı, yarardan
çok zararla gündemdedir: Annenin taşıdığı X kromozomuna bağlı çekinik (resesif)
hastalıkların kız çocuklarda ortaya çıkışı, (iki X taşıdıklarından) diğer X
geni sağlamsa engellenebilirken, erkek çocuklar (tek X taşıdıklarından)
engellenemiyor. Böylelikle kırmızı-yeşil renk körlüğü (Daltonizm), hemofili
denilen –pıhtılaşma bozukluğuna bağlı- kanama yatkınlığı, Duchenne muskuler
distrofi denen kas hastalığı gibi bazı ciddi hastalıklar (kız çocuklara göre)
oğlan çocuklarda çok daha kolay ortaya çıkıyor.
Sonuçta zekânın
kalıtımında (ortalamada), -gen kodlarını taşıyan DNA düzeyinde- anne ve babanın paylarının eşit olduğu
açıktır.
***
Konu kapandı mı? Hayır!
Her şeyden önce, zekâda kalıtımın payının %70 saptanmış olduğunu
söylemiştim. Kalan %30’da kimin payının daha yüksek olduğunu konuşabiliriz.
Ama daha da önemlisi, bu yazıda çocuklarına verdikleri
konusunda ebeveynlerin katkısının hiç te eşit olmadığını ortaya koyacağım.
Çeyizler Kimden?
Bir zamanlar, genlerin proteinleri yarattığı, proteinlerin
de (üç boyutlu yapıları ve kimyasal özellikleri sayesinde) yaşam oyununun yapı
ve işlevlerini belirlediğine inanılıyordu. Yani yukarıdan aşağıya bir akış
olduğu, iplerin tümüyle genlerde olduğu düşünülüyordu. (O dönemde ben de ‘alın
yazısının’ DNA’ya kazınmış olduğuna inanıyordum.)
Ama genleri harekete geçirmek için proteinlere (ve diğer
bazı moleküllere) ihtiyacın olduğu ortaya çıktı. Böylelikle genetik de
–hangisinin önce geldiğinin tartışılabileceği- bir ‘tavuk-yumurta ilişkisi’ açmazıyla
karşı karşıya kaldı. Çünkü akış hem yukarıdan aşağıya, hem de aşağıdan yukarıya
şeklinde görülebilirdi.
Konumuza geri dönersek, çocuğun genlerinin anne ve baba
tarafından eşit paylaşıldığını konuşmuştuk. Peki ya –söz ettiğim- protein ve
diğer moleküller?
***
Yavrulama kararı, eşleri birbirine daha da yaklaştıran çok
özel bir durumdur. Ne var ki, anne karnındaki buluşmaya tarafların katkısı eşit
değildir.
Her şeyden önce
tohumun yetiştirileceği arazi, anneye aittir. Ayrıca tohumun içeriğinde de paylar farklıdır:
Anne, buluşmaya
(yumurtasıyla) (bir gen seti taşıyan hücre çekirdeği yanında)–Golgi aygıtı, Endoplazmik
Retikulum, proteozom gibi farklı bileşenleriyle- tam bir hücre olarak gelir. Çocuğunun gen setinin yarısıyla birlikte, gelişimin başlarında ihtiyaç duyacağı
tüm malzemeleri sağlamış olur. Buna karşılık babanın (spermiyle) buluşmaya katkısı
gen setinin diğer yarısından ibarettir. Çünkü milyonlarca (yumurtanın
yanında mini minnacık kalan) spermlerden biri yumurtaya ulaşınca, baş
kısmındaki enzimler yardımıyla yalnızca –genleri taşıyan- hücre çekirdeğini
içeri sokabilir. Artık (yumurta zarındaki değişimlerle) yumurtadan içeri ne spermin
diğer kısımları, ne de bir başka sperm girebilir. Tek istisna spermin baş
kısmında, çekirdeğe bitişik sentriol denilen (hücre bölünmesi için önemli) yapıyı
spermin getirmesidir. Sperm
getirdiğinden, yumurta kendisinde bulunmasını gereksiz bulmuş olmalı ki,
yumurtanın sentrolü yoktur.
Deyim yerindeyse, anne bu şölene devasa bir çeyizle katılırken, baba iç güveysi gibidir. Bir yumurtanın, bir spermin kabaca on milyon katı büyüklükte oluşu, sanırım yeterince fikir veriyordur.
Bununla da kalmaz. Yavru
anne karnında kaldığı sürece büyüyüp gelişmek için gereksindiği malzemelere
annesi aracılığıyla ulaşır.
Yukarıda, (sanılanın aksine) genlerin buyruklarına
kaçınılmaz şekilde boyun eğilen ‘zorbalar’ olmadığını söylemiştim. Onlar, -daha
çok- (tariflere sadakat göstermeye çalışsalar da) tariflerini, o anda ellerinin
altındaki malzemelere uydurmaya çalışan aşçılar gibidir.
Konumuz bağlamında tarifler, anne ve babanın ortak kararıdır.
Ama malzemeler –neredeyse tümüyle- annedendir. Yaşamı belirleyen, başı-sonu
belirsiz (ardışık ve paralel) “…protein (ve diğer moleküller)> gen/ler> protein
(ve diğer moleküller)> gen/ler>protein (ve diğer moleküller)…”
dizgesinde, annenin katkısı haliyle öndedir.
Mitokondriler
Annenin (gen seti
dışında) devasa çeyizinde getirip yavrusuna sunduğu belki de en önemli şey,
mitokondrilerdir.
Onlar, her bir hücremizdeki, besinlerin oksijenle (yangına
neden olmayacak biçimde) usul usul yakıldıkları fırınlardır. Yaşamımızı
sürdürebilmek için gereksindiğimiz enerjinin çok büyük bir bölümünü
karşılarlar. Bununla yetinmez, -ihtiyaca göre- protein, karbonhidrat ve
yağların birbirlerine dönüştürüldükleri bir tür döviz bürosu gibi çalışırlar.
Verimlilikleri enerji ve metabolik işlevler yönünden değerli
olduğu kadar, sağlık için de yaşamsaldır. Gıdaların yakılması sırasında oluşan
serbest radikallerin, (oksidatif stres denilen) bir tür ‘paslanma’ ile
bedendeki tüm hücreleri aşındırdıklarını ve yaşlanma sürecine en büyük katkıyı
verdiklerini biliyoruz.
Mitokondriler aslında yüz milyonlarca yıl önce, hücrelere esir düşmüş (ve onlarla zorunlu iş birliğine girmiş) mikroplardır. Dolayısıyla kendi DNA’ları (yani kendi genleri) vardır (‘mtDNA’). Birçok genlerinin işlevi, -evrim sürecinde- hücrenin çekirdeğindeki genler (‘nDNA’) tarafından üstlenildiyse de, hâlâ işlev gören genlere sahiplerdir. Yaşam içinde yaşam kabilinden, ihtiyaca göre çoğalmakta ve zamanla yaşlanıp ölmekteler. Belki de genom derken, yalnız, yarısı anne, yarısı babadan alınan ve hücre çekirdeğinde konumlanan nDNA’ları değil, yanı sıra (küçük de olsa) mitokondrilerdeki mt DNA’ları da hesaba katmalıyız.
Bedenimizde hemen her hücrede ortalama birkaç yüz kadar
mitokondri vardır. Karaciğer, kalp kası gibi –yüksek enerjiye ihtiyaç duyan- hücrelerde
rakam binleri aşabilir. Spermde sayıları 100 civarındayken, yumurtlama
dönemindeki olgun bir yumurtada sayıları 100.000’in üstündedir. Döllenme
sırasında yumurta, spermin yalnızca genleri taşıyan baş kısmını içine almayı
kabul ettiğinden, (çok nadir haller dışında) babanın mitokondrileri yavruya
taşınmaz. (Yumurtanın olağanüstü mitokondri sayısı, zigota aktarılan 100.000 mitokondrinin, 2 hafta boyunca bölünmeden paylaştırılması, ancak sayı 100 civarına düşünce bölünmenin başlamasıdır.)
Hasılı ister kız, ister oğlan tüm yavruların mitokondrileri
annelerindendir. (Her anne de mitokondrisini kendi annesinden aldığından, bir
kişinin anne kökeni, mitokondri DNA’larına bakılarak öngörülebilir. Çalışmalar,
yeryüzündeki herkesin mitokondrisini yaklaşık 170 bin yıl önce yaşamış bir
anneden {‘Havva anadan’} aldığını gösteriyor. Bunun, daha öncesinde anneler
olmadığı anlamına gelmediğini yani tüm insanların değil ama günümüzdeki
insanların Havva anası olduğunu belirtmeliyim. Baba kökeni içinse Y kromozomuna
bakmak gerekir.)
Epigenetik
Bir insanın kabaca 40 trilyon hücreden oluştuğu ve yaklaşık
200 farklı hücre tipinin olduğu kabul ediliyor.
Bu hücrelerin tümü, yumurta ile spermin birleşmesinden
oluşan ilk tek hücreden ürer (‘zigot’). Dolayısıyla tümünde –biri anne, diğeri
babadan iki set halinde- tam takım (23 çift) kromozom vardır. Yani her hücre,
-eksiksiz olarak- tam takım gen setine sahiptir.
Vücudumuzun tasarımında verimlilik fazlasıyla önemsenmiştir.
Bu yüzden, söz konusu gen seti, -farklı organlarda- farklı hücrelerin farklı
ihtiyaçlarına göre bir düzenlemeye tabi tutulur: O hücrede kendisine ihtiyaç
duyulmayan genler (metil denilen kimyasallarla) susturulur. Ve yine o hücrenin
çokça ihtiyaç duyduğu tarifler, (mini minnacık hücre çekirdeğine boyu 2 metreyi
bulan DNA’nın tıkıştırıldığı bir ortamda) –kendilerini daha kolay ifade
edebilecekleri bir şekilde konumlandırılırlar.
Bu ve benzeri gen etkinliğine ilişkin düzenlemeler
‘epigenetik’ olarak adlandırılır. Epigenetik ve –hangi genlerin, ne zaman, ne ölçüde
devreye sokulacağı- yani ‘gen ifadesi’ şimdilerde yoğun ilgi gören bir konu
haline gelmiştir.
Epigenetikle, genlerin kodları yani yazılı tarif değişmese
de, (aynı tarifin farklı aşçıların elinden çıkması gibi) genlerin ifadeleri yani
tarif uygulamaları değişmektedir. Bu ifade değişikliklerinin –seyrek olmayarak-
kalıcı olabilmesi çok çok önemlidir. Vücudumuzda genelde yaşam boyu yenilenen
hücrelerde söz konusu değişiklikler korunduğu gibi, bazen değişikliklerin
sonraki kuşaklara da aktarılması mümkündür. [Yeni yavru oluşurken, -normalde- anne
ve babanın tohumlarında –önceden- gerçekleşmiş gen ifade değişiklikleri
silinmekte ve bu anlamda hayata temiz bir sayfayla başlanmaktaysa da bazen bu
silinmeler yeterince olmayabilmekte ve değişiklikler yavruya aktarılabilmektedir.]
Epigenetik değişimler, bir ömür boyu –besinler, iklim,
toksinler, ilaçlar, mikroplar, yaşlanma gibi değişen koşullarla ilişkili
olarak- gerçekleşebilse de, değişimlerin en yoğun olduğu zaman, anne karnındaki
ve bebeklikteki dönemdir.
Doğal olarak, yavruda
organların oluştuğu hayatın başlarında, hangi genlerin kullanılıp, hangilerinin
susturulması kararına ihtiyaç vardır ve bu anne karnında gerçekleşir. Bu, bir tür temel atmadır. Bu yüzden de
yavruyu sarmalayan annenin içinde bulunduğu durum (hormon, nörotransmitter gibi
mesajcıları veya beslenmesi, maruz kaldığı kimyasallar gibi unsurlar üstünden),
-daha önce belirttiğim- ‘protein (ve diğer moleküller)> gen/ler> protein
(ve diğer moleküller)> gen/ler… ‘ dizgesiyle anne bedeni yavrunun gelişimi
için hayatî bir rol üstlenir.
Bir bakıma o dönemde karşı karşıya kalınan koşulların, yavrunun –yetişkinlik dahil- tüm yaşamı boyunca süreceği varsayımıyla, gen ifadeleri düzenlenmektedir.
Bunun bir örneği, depresif ve kaygılı annelerin çocuklarının
da benzeri eğilimde olma ihtimalinin yüksekliğidir. Adeta anne “benim içimde bulunduğum koşullar, senin de
başına gelebilir” mesajıyla (ve koşulların değişmeyeceği kabulüyle),
yavrusunu muhtemel tehditlere hazırlamak için ‘epigenetik programlamaya’ tabi
tutuyor gibidir.
Benzer şekilde, anne yetersiz beslendiğinde, karnındaki
yavrunun (fetusun) durumla baş edebilmek için, gen ifadelerini (enerji
verimliliğini artıracak şekilde) değiştirdiği ama bu değişikliğin yavrunun
yetişkinliğinde bolluğa (hatta normal beslenmeye) maruz kaldığında, bedelini
fazla kilolar ve buna bağlı –şeker hastalığı, damar sertliği gibi- -ciddi-
hastalıklarla ödediği bilinmektedir.
Keza, annenin gebelik sırasında içtiği sigaraların, (düşük
doğum ağırlığı, kalp ve solunum hasarları yanında) yavrunun –davranış, hafıza, öğrenme gibi- farklı
işlevlerine etki etmesi mümkündür.
Mikrobiyata
Son dönemde tıbbın en popüler konularından biri (başta
bağırsaklar, ağzımız, burnumuz, boğazımız, vajenimiz, cildimiz gibi)
bedenimizin çeşitli bölümlerinde yaşayan mikroplardır.
Sayıları (oya dayalı bir seçimde rahatlıkla kazanabilecekleri ölçüde), kendi (‘öz’) bedenimizin hücrelerininkinden daha fazladır. Artık onların bizden geçinen asalaklar olmayıp, iki tarafın da çıkar sağladığı bir ilişki biçiminin söz konusu olduğu ve (bedensel, ruhsal, sosyal) sağlığımızı fazlasıyla etkiledikleri anlaşıldı.
İşte bu mikropların en büyük kaynağı annelerimizdir.
Henüz yolun başında, anne karnından çıkarken, annenin
vajenindeki mikroplar, yavrunun ‘bakir’ yerleşimlerini (iç ve dış yüzeylerini) hemencecik
istila ediverirler. Kulağa pek sevimli gelmese de, normal bir doğum sırasında
bebeğin aldığı vajinal mikroplara annenin anüsündekiler de eklenir.
Önceleri rahimin (uterusun) mikropsuz olduğu sanılıyordu.
Ama 2010’dan sonra rahimin de mikrop içerdiği ve yavrunun daha doğum başlamadan
annenin mikroplarıyla tanışabildiği yayımlandı.
Annenin meme başı bir başka önemli mikrop kaynağıdır. Her
emzirmede bağırsak mikroplarına zenginlik katarlar. Ayrıca süt, bu mikroplardan
bazılarının da temel besinidir.
İlk yerleşimcilerin oluşturduğu mikrop örüntüsünün, adeta
parmak izi gibi, bir ömür boyu sürekliliği vardır. İmkânsız olmasa da, sonradan
bu örüntüyü –kalıcı şekilde- değiştirmek hayli zordur. Saydıklarımızla –başta
bağırsaklar- yavrunun bedeninin içi ve dışına yerleşen kiracılar işgal
ettikleri yerleri adeta tapular ve arazilerine göz diken istilacılara
direnirler. Artık onlar insan denen ekosistemin vaz geçilmez bir unsurudur ve
–sanılanın aksine- pek çok işlevi etkilerler.
Vajinal yerine sezaryenle doğan ve/veya emzirilmek yerine
mamayla beslenen bebeklerin çeşitli sağlık sorunlarıyla karşılaştıkları görülmektedir.
Demek oluyor ki, mikrobiyatamız,
kalitesi (sahip olunan türlerin çeşitliliği, oranları ve sağlığa etkileri)
yönünden büyük ölçüde annelerimiz tarafından belirlenir.
Bu katkı, annenin yavrunun beslenmesine (farklı düzlemlerde)
etkisiyle de desteklenir. Çünkü mikropların varlığı kadar, onların nasıl
beslendikleri de mikrop profilini etkileyecektir. Anne hem gebeliği sırasındaki
beslenmesiyle, hem beslenmesinin sütüne yansımasıyla, hem de doğrudan bebeğe
verdikleriyle yavrusunun beslenme alışkanlıklarını şekillendirir. Bu da mikrop
bahçelerimizde nelerin yetişip, nelerin kuruyacağını belirler.
Erken bağışıklık
Bebekler yeni doğduklarında bağışıklık sistemi henüz yeterince
olgunlaşmamıştır. Özellikle dost-düşman mikrop ayrımını yapamazlar.
Onları olası enfeksiyonlardan koruma işini büyük ölçüde anne üstlenir:
Daha anne karnındayken, anne geçirdiği hastalıklara karşı
geliştirdiği antikorları (İmmünoglobulin G: IgG formatında) plasenatadan
yavruya aktarır. Böylelikle çocuğun kanında çoğu zararlı mikroplarla savaşmaya
hazır beklerler. IgG’nin yarı ömrü 3 hafta kadar olduğundan koruma giderek azalıp
bir yıl kadar sürer. Ancak, bebek geliştirdiği kendi savunma sistemleri (ve
çocukluk dönemi aşılarıyla) artık kendi savaşmaya hazır hale gelmiş olur.
Ayrıca tek koruma plasentayla aktarılanlar değildir. Anne
sütü, bebek emzirildiği sürece mikrop savaşına destek olmayı sürdürür. Sütle IgA, IgG, IgM gibi farklı antikorlar
yanında oligosakkarit (HMO), sitokinler, akyuvarlar, glikoproteinler gibi
bağışıklık destekleri taşınır. Ama bunlar arasında öne çıkanı, IgA tipi
antikorlardır. Onlar daha çok ağız, boğaz, soluk yolları, sindirim sistemi,
mesane gibi bedenin iç yüzeyine (mukozalara) konumlanır ve sınır güvenliğini
sağlarlar.
Anne mikrobiyataya katkısıyla da bebeğin bağışıklık
sisteminin olgunlaşmasına (özellikle dost ve düşman mikrop) ayrımına yardım
eder.
Yetiştirme
Bitip tükenmeyen, “bizi şekillendirenin doğa veya genler mi
yoksa yetiştirme veya çevre mi olduğu” tartışması süregitmektedir. Elbette
oranları duruma göre değişse de, cevap her ikisinin birden belirlediğidir.
Canlılarda sinir sistemi, genlerin yaşamdaki rolünü esnetmek
istercesine evrim boyunca gelişmiş ve beynin ortaya çıkışıyla bu esneklik
doruğa çıkmıştır. İnsanı diğer canlılardan ayıranın mükemmel beyni olduğunu
söyleyebiliriz. Bu nedenle, diğer canlılara kıyasla insanlarda ‘yetişme’ (>eğitim
ve öğrenme), dolayısıyla da ‘yetiştiren’ çok önemlidir.
Özellikle yaşamın erken dönemleri bu açıdan daha da
kritiktir. Bunun dört nedeni vardır:
İlki, iri beyni yüzünden insan yavrusunun beyin gelişimini
tamamlamadan doğmak zorunda kalışı ve yıllarca ‘bakım’ gözetiminde beyin
gelişimini tamamlayabilmesidir.
İkincisi beynin çalışma biçimiyle ilgilidir: Beyin
faaliyetini büyük ölçüde (sinaps denilen) bağlantılara borçludur. Bebeklikte
neredeyse her bir sinir hücresinin bir diğerine bağlandığı olağanüstü bir
bağlantı ağı kurulur. Sonra da çocukluk döneminde kullanmayanlar –giderek- kaybedilirken,
kullanılanlar –her kullanımda- daha da güçlendirilirler.
Üçüncüsü, beyinde ‘ayna nöron’ denen sinir hücreleri
aracılığıyla, gözlemlenen davranışların kopyalanmasıdır.
Dördüncüsü, erken yaşlarda otoriteye itaat eğiliminin daha
güçlü oluşu; otorite figürünün telkinlerinin daha kolay benimsenmesidir.
Bu dört sebeple, çocukla daha çok birlikte olan, etkileşen bakıcının tesiri çok büyüktür. Adeta sinir sisteminin (ve bir bakıma ruhsal durum ve kişiliğin) temelleri atılır ve pek çok şey, yaşam boyu bu temel üstünde yükselir.
Anne, yavrunun ilk tanıdığı kişidir. Çünkü bu ilişki daha
anne karnındayken başlar. Yavrunun annenin sesini ayırt edebildiği ve kalp
atışlarını hissedebildiği saptandı.
Doğum, oksitosin hormonunun pik yapıp, anne-yavru bağını
zirveye çıkardığı bir deneyimdir. Başta emzirme, her bir temas, yeni bir
oksitosin dalgasıyla bağları daha da pekiştirir.
Yavru bakımında
–kadının da iş yaşamına girişine koşut olarak- anne ve babanın rolleri giderek
birbirine yaklaşsa da, annenin daha önde olmayı sürdürdüğü tartışmasız bir
gerçektir. Bu yüzden çoğu ailede, yavrunun kazandığı tutum ve davranışlarda
annenin (duygusal destek, rol model, bakıcı rolleriyle) payının daha büyük
oluşu sürpriz olmayacaktır. Anneyle
kurulan bağın niteliği, çocuğun yalnız annesiyle değil, diğer insanlarla
ilişkisini de biçimlendirerek tüm yaşamına yansıyacaktır.
Fark giderek azalmakla birlikte, pek çok ailede görülen
babanın ekonomik ve kültürel katkısının göreli büyüklüğünün çocuğa etkisinin,
bakım katkısına kıyasla daha sınırlı olacağı söylenebilir.
Doğada annelerin, babalara göre, yavruyla ilgili çok daha
fazla sorumluluk üstlenmesinin eş seçimine tesiri büyüktür: Genelde dişiler eş
seçerken daha dikkatlidir ve çoğu türde erkek talep eder ama kararı dişi verir.
Bu tek eşliliğin kurumsallaştığı insan türünde de büyük ölçüde böyledir. Bu yüzden, bir bakıma baba katkısını da daha
çok anne belirlemiş olur…
Aldatma
Ebeveyn katkısını farklı düzlemlerde karşılaştırdım. Listeye
son birini ekleyip eklememe konusunda kararsız kaldım. Çünkü bu günümüz
toplumlarının değer yargıları çerçevesinde ‘sevimsiz’ sayılan, objektif
verilerin yetersiz olduğu ve hayli tartışmaya açık bir durumdu. Ama hasıraltı
etmenin doğru olmadığını düşünerek yazıyorum:
Bir çocuğu doğuranın (taşıyıcı annelik gibi istisnai haller
dışında) –genetik olarak- yavrunun annesi olması ihtimali %100’dür. Ama gerçek
–biyolojik- babasının, görünürdeki baba olma ihtimali %100 değildir. Tüm
Dünya’da (farklı kültür ve inançlarda) erkeklerin %5-10 kadarının kendi çocuğu
sanarak, bir başkasının genlerini taşıyan çocuğa babalık yaptığı bildirilmiştir.
Bu durumun yavruyu sahiplenmede yahut çocuk-geniş aile
ilişkilerinde, anne ve baba tarafı arasında, (anneanne, dayı, teyze gibi) anne
tarafı lehine bir asimetri yaratabildiğini bildiren yayınlar vardır.
Özet ve Sonuç
Anne ve babanın yavruya genetik kod katkısı büyük ölçüde eşittir.
Bu yüzden, ‘zekâ geni’ diye bir tek gen olmadığı gibi, -söz konusu genlerse-
zekâ için taraflardan her hangi birinin diğerine bir üstünlüğü yoktur.
Ama konu bir yavru
inşası, bir varlık olarak çocuğun biçimlendirilmesi ise, annenin, babaya
kıyasla çok daha önde olduğuna şüphe yoktur:
Anne cinsel şölene devasa bir çeyizle gelir ve (hangisinin
başlatıcı olduğunu söylemenin zor olduğu) gen-çevre etkileşiminde, ilk çevre
büyük ölçüde anneye aittir. En azından
anne karnındaki 9 ay boyunca da ‘çevre’ annenindir.
Devasa çeyizin bir başka unsuru olarak, enerji fırını ve metabolik
dönüştürücü işlevleri nedeniyle sağlık için yaşamsal önemdeki mitokondriler
yavruya annelerince sağlanır.
Farklı organ ve farklı hücrelerde hangi genlerin susturulup,
hangilerinin konuşturulacağı kararı hayatın başlarında, anne karnında
verildiğinden, annenin bu karara (yani epigenetik programlamaya) daha fazla
müdahil olması kaçınılmazdır.
Son yıllarda sağlığa etkileri çokça tartışılan (başta
bağırsaklarımızdakiler) mikrobiyata, büyük ölçüde anneler tarafından
şekillendirilir. Bunda aslan payı vajinal yoldan doğum ve emzirmenindir.
Bebeğin doğuşta –mikroplara karşı- yeterince olgunlaşmamış
bağışıklık sistemi zafiyeti, annenin plasentasından ve sütüyle aktardıklarıyla
telafi edilir.
İnsanda –diğer canlılara kıyasla- çok daha fazla önem
taşıyan ‘bakım ve yetiştirme’ konusunda, (asimetri giderek azalsa da) anneler
daha önde olmayı sürdürmektedir.
Bir çocuğun biyolojik annesi %100 kesindir. Ama babanın,
biyolojik baba olmama ihtimali vardır!
***
Sonuç olarak bir yavru inşasına annenin katkısı babınkinden
çok daha fazladır. Ebeveynler, çocukları için –illa- “benim eserim!” iddiasında
bulunacaklarsa, bunu söylemeye annelerin hakkı babalardan daha fazladır.
Ancak bu katkılar olumlu olabileceği gibi, olumsuz da
olabilir. Bu sebeplen çocuğu bir ömür
boyu etkileyecek –bedensel, ruhsal, sosyal- sağlığına ve yaşam seyrine daha
fazla tesir, annelere –babalara kıyasla- çok daha büyük bir sorumluluk yükler.
Neyse ki çoğu anne bu ağır yükü, yüksünmeden üstlenir ve
kendilerine şükran duyulmayı fazlasıyla hak eder.
Artık aramızda olmayan sevgili annem başta olmak üzere, tüm fedakâr
annelerin önünde saygıyla eğiliyorum.
Yorumlar
Yorum Gönder