Yediklerimizden hangilerinin genetiği değişmemiş olabilir?
Genler canlıların yapılarını ve işleyişlerini kodlayan
şifrelerdir. Onları “kurulum ve işletim kılavuzu” gibi düşünebiliriz.
Yeryüzünde bu şifrelere sahip olmayan hiçbir canlı yoktur.
Bilim söz konusu şifrelerin anlamlarını çözmeye her geçen
gün bir adım daha yaklaşıyor. En azından, ne anlama geldiklerini tümüyle
çözememişsek de, DNA’da yazılanların çıktısını almak sorun olmaktan çıktı. Üstelik
-dijital bir metindeki gibi- yazılı bölümlerin belirli kısımlarını kesip, bir
başka canlının şifreleri arasına yapıştırabiliyoruz.
Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar veya kısaca GDO tartışması,
bu “kesip-yapıştırma” işlemiyle başladı. Kapsamı çok daha geniş olmakla
birlikte, gündemde daha çok genetiği değiştirilmiş gıdalar var. İşlemi birkaç
aşamaya bölebiliriz:
- · İlk adım, besin olarak tüketilen bir ürüne hangi “daha iyi özelliğin” kazandırılacağıdır. Bu -daha fazla veya daha hızlı çoğalan ya da daha büyük- yani daha verimli bir ürün olabilir. O ürüne zarar veren -virüs, bakteri, mantar, böcek gibi- bir başka canlının zarar vermesini önlemek veya o ürünü tehdit eden bir hastalığa karşı direncini artırmak olabilir. Kuraklık gibi koşullara daha iyi dayanması veya raf ömrünün uzatılması amaçlanabilir. Protein, vitamin, mineral, antioksidan gibi besleyici unsurlar güçlendirilebilir. Tadı iyileştirilebilir, aroma katılabilir.
- · Sonraki adım yapılacak iyileştirmeyi kodlayan şifreleri taşıyan canlıları ve bu şifrelerin (genlerin) DNA zincirinin neresinde kodlandığını saptamaktır. Siz bu yazıları okumaktayken, pek çok merkez farklı canlılardan elde ettikleri şifrelerin ne anlama geldiğini çözmekle meşguller. Önümüzdeki birkaç yılda bu bağlamda bir bilgi patlamasının yaşanması sürpriz olmayacaktır. Ama anlamı çözülebilen şifrelerin şimdilik sınırlı olduğu söylenebilir.
- · Şayet istenen özelliği kodlayan gen saptanabildiyse, yazının girişinde söylediğimiz “kes-yapıştır” işlemine geçilir. İlgili gen, biyoteknoloji laboratuvarlarında o geni taşıyan canlının hücre DNA’sından kesilip, iyileştirilmesi planlanan gıdanın tohumlarına nakledilir. Bundan sonrası ürünün yeni genomuyla çoğalıp istenilen özelliğin kazandırıldığını görmeyi beklemektir.
***
Tanımladığımız genetiğe müdahale işleminin, mevcut canlıları
olağanüstü değiştirme potansiyeli taşıdığına şüphe yok. Bir yönüyle heyecan
verici ama bir yönüyle de ürkütücü…
Ama genetiği değiştirmenin yepyeni bir uygulama olduğunu
düşünmek, büyük bir yanılgıdır. Çünkü genetik, binlerce yıldır
değiştirilmektedir. Günümüzde besin olarak tükettiğimiz sebze-meyve ve
hayvanların hemen hepsinin genetiği, tarım toplumunun başından bugüne sürekli
değiştirilmiştir ve değiştirilmeye devam edilmektedir.
İnsanların çiftçiliğe başlamalarından önceki dönemde, bugün
yediklerimizin –“yaban” hallerinin- çoğu ufak-tefekti, tohum sayısı çok daha
azdı, yalnızca belirli bölgelerde yetişiyordu. Çoğu kendilerine zarar
verebilecek böcek veya hayvanları caydırmak için acı veya ekşiydi ya da
zehirliydi.
Tarımla birlikte, -insan eliyle- üretimin başladığı günden
bu yana, tohum olarak kullanılacak ürünler; en verimli, en leziz, en dayanıklı,
en az zehirli olanlardan seçilerek “evcilleştirildi”. Hayvanlarda da benzer
seçimler yapıldı. Demem o ki, üreticilerin “ıslah” adını verdikleri şey,
gerçekte besin olarak tüketilen ürünün genetiğinin değiştirilmesidir.
Aslına bakılırsa, genetiğin değiştirilmesi, ilk canlıların
ortaya çıktığı 4 milyar yıldan bu yana sürmektedir: Farklı canlı türleri veya
aynı türün farklı bireyleri arasındaki ilişki, bazı genleri ayıklarken, bazı
genlerin sağ kalıp üremesini teşvik edegelmiştir. Doğal seçilim ve cinsel
seçilim olarak adlandırılan süreçlerin, çiftçilerin ıslah çalışmalarından
anlamlı farkı yoktur.
Genler, farklı etkileşimlerle değişmese veya
değiştirilmeseydi; yeryüzünde ne biz olurduk, ne de tükettiğimiz bitki ve
hayvanlar…
***
Günümüz biyoteknoloji laboratuvarlarında gerçekleştirilen
değişim çalışmaları, önceki genetik değişimlerin bir devamıdır.
Eskiden üretmek için bir türün içinden -istenen vasfı taşıdığı
düşünülen- “uygun” olanlar seçilirdi. Bu -gen ve DNA kavramları bilinmese de,
seçilenin -istenen özelliği taşıyan geniyle birlikte- geni barındıran tüm
DNA’sının seçilmesi demekti. Genetik değişim tedricî idi ve -beklenen
değişikliğin gerçekleşmesi için- kuşaklar geçmesi gerekiyordu.
Şimdi ise, istenen özellik için “nokta atışı” yapılmakta,
-bütün bir DNA yerine- yalnızca söz konusu gen seçilmektedir. Artık -isteneni
gerçekleştirmek için- kuşaklar geçmesi de gerekmemektedir.
***
Genetiği Değiştirilmiş Organizma veya kısaca GDO irkiltici
bir kavramdır. Tüm Dünya’da GDO’lu ürünler, halkın çoğunluğu tarafından
“güvenilmez” bulunmaktadır. İlginç olan, özellikle Batı dünyasında eğitim
seviyesi azaldıkça bu yargının güçlenmesidir.
Ülkemizde -sağlıklı bir ölçüme rastlamadımsa da-, genel
eğilim GDO’lu ürünlerin –uzak durulması gereken- “çok zararlı” -bir tür zehir- şeklinde
algılandığıdır.
GDO’lu ürünlerin alerjilere yol açtığı, kansere sebep
olduğu, hormon dengesini bozduğu gibi iddialar hayli yaygındır. Ne var ki,
bugüne değin bu iddiaları doğrulayacak yeterince sağlam kanıtlara dayalı
bilimsel veri yoktur.
Elbette risk taşımadıklarını söyleme imkânı da yoktur. Ne de
olsa, modern teknolojilerle genetiği değiştirilmiş ürünler uzun bir geçmişe
sahip değildir. Doğru değerlendirmeler için daha uzun zamana ve veri birikimine
ihtiyaç vardır.
Ama en azından şimdilik, bilim dünyasında genel kanı,
anlamlı sağlık zararlarının olmadığı yönündedir.
Buna karşılık çevreye ve ekosisteme muhtemel tesirlerine
daha kuşkulu yaklaşılmaktadır. Mevcut ekosistemler, doğanın sayısız
sınama-yanılmalarıyla ortaya çıkmış, pek çok unsurun birbirine zincirleme bağlı
olduğu, “hassas” bir dengeye dayalıdır. Bu unsurlardan birinde bile “uyumsuz”
anî bir değişimin öngörülemeyen sonuçları olabilir.
***
Üzücü olan, konuya sağlam bilimsel verilerle yaklaşmak
yerine; yeterli deliller olmaksızın, viral “hazır düşünce kalıpları” ile genetik
mühendisliğini mahkûm etmektir.
Genetik, geleceği biçimlendirecek en temel kolonlardan
biridir. Genetik mühendisliği inanılmaz değişikliklere gebedir, vaatleri ümit
doludur. Ne kadar kuşkuyla yaklaşılırsa yaklaşılsın, ne kadar riskler içerirse
içersin; genetik mühendisliği cini şişeden çıktı.
Son üçyüz yıl ilerleme ve gelişimi büyük ölçüde fizik ve
kimya sırtlamıştı. Şimdilerde nöbeti biyoteknolojinin devralmaya hazırlandığı
bir süreçten geçiyoruz. Yapılması gereken, yargısız infaz değil, onun nasıl
daha etkin ve güvenli şekilde kullanılabileceğine ve farklı aşamalarda
denetimine kafa yormaktır.
Elbette GDO’lu ürünlere kuşkuyla yaklaşmak ve bu ürünleri
tüketmeme isteği de bir haktır. Bu nedenle, GDO kullanılan ürünlerin etikette
bildirimi zorunlu hale getirilmelidir.
Ancak sanırım; gıdalarda antibiyotik ve hormon kullanımı,
böcek ilacı kalıntıları, tohum tekeli gibi konular; GDO’dan daha fazla duyarlılığı
hak ediyor.
Yorumlar
Yorum Gönder