Neden doymakta bu kadar zorlanıyoruz?
Genelde normal kiloda kalmaya ve sağlıklı beslenmeye gayret
eden biri olmama rağmen, zaman zaman yemeyi abartabiliyorum: Olağan yaşantımda
bir öğünde tükettiğimin iki katını tüketebiliyor; yetinmiyor, üstüne iki tatlı
tabağını silip süpürebiliyorum.
Kilo sorununun bunca yaygın olduğu günümüzde, tıkınma sorununu
tek yaşayanın ben olmadığıma hiç şüphe yok!
Fazla kilolarla mücadelede rehberlik yapan uzmanlar, tokluğu
fark etmeyi, tokken yememeyi öğütlüyor; -sıklıkla da- bunu başaramayanları
“duygusal yeme” ile etiketliyorlar. Kalıcı zayıflama başarısının hayli düşük
olması, öğütlerinin çok fazla işe yaramadığını gösteriyor.
Tek suçlu terbiye edemediğimiz nefsimiz ya da söz dinlemeyen
irademiz mi?
Sanırım, asıl suçlu “evrimi” hak ettiğinden hafife alıyoruz.
***
Enerji ihtiyacının karşılanması, canlılığın olmazsa
olmazıdır. Bırakın bir şeyler yapmayı, uyurken veya komadayken bile çok ciddi
miktarda enerji gerekir. Bu yüzdendir ki, bedenimizdeki sistemlerin çoğu, enerji
ihtiyacını karşılamaya adanmıştır.
Yalnız bitkiler, algler ve bazı bakteriler güneş yardımıyla
enerji üretebilir. Diğer tüm canlılar enerjilerini, bir başka canlıyı yiyerek
sağlar. Tabiat, beslenme bağlamında av ve avcıların bitmek bilmeyen
mücadelelerine sahne olur. Neredeyse her canlı, -farklı ortam ve farklı
koşullarda- hem av, hem avcı rolüne bürünür. Doğada öylesine karmaşık besin
zincirleri vardır ki, yaman bir avcının dahi ava dönüşebilmesi işten bile
değildir.
On bin yıl kadar önce başlayan tarım devrimiyle, insanlar, -bir
halkası oldukları- besin zincirini doğadan büyük ölçüde yalıttılar. Bir yandan
beslenmeye en uygun, en verimli olanları seçerek bitki ve hayvan yetiştirmeye
başladık. Avlarımız artık elimizin altında, yenmeyi bekler oldu. Öte yandan
güvenli barınaklar ve güçlü silahlarla kolayca av olmaktan kurtulduk.
Oysa tarım devrimi öncesi avcı-toplayıcı atalarımız da,
vahşi av ve avcı düzeninin bir parçasıydılar. Hem çeşitli yırtıcılara karşı
sürekli tetikte olmak, hem de -beslenmek için- av peşinde koşmak zorundaydılar.
Dahası, hem (yırtıcılar gibi) diğer rakiplere kaptırmamak, hem de bozulmasını
önlemek için avlarını -ziyan etmeden ve- hızla midelerine indirmeliydiler.
Ayrıca doğa her zaman aynı cömertliği sergilemiyordu: Mevsimine
göre, yedikleri çoğu bitkinin bolca olduğu ya da tersine hiç olmadığı kıtlık zamanları
vardı. Aynı şekilde bazen tıka basa yeseler ve/veya başkalarıyla paylaşsalar da
tüketemeyecekleri bir av elde edebilirken, bazen de günlerce avlanamadıkları
oluyordu.
***
Başta söylediğim gibi, canlılığın olmazsa olmazı enerjidir. Yakıtsız
olduğu yerde kala kalan bir araç misali, insanların enerjisiz birkaç dakikaya
bile tahammülleri yoktur.
Çare -ihtiyaç fazlası- enerjinin depolanması ve gerektikçe
bu depolardan sağlanmasıdır. Bu yüzden evrim, insanlara bir-iki gün yetecek
kadar şeker, haftalarca yetecek kadar yağ depolama becerisi bahşetti ve bu
beceri genlerimize kazındı. Herkesin vücudunun neresinde, ne kadar yağ depolayabileceği büyük ölçüde genlerinde yazılıdır.
Enerji yönetimi de benzer şekilde genlerde şifrelenmiştir.
***
Bizde fazla taraftar bulmasa da, Batı dünyasında, canlıların
zeki ve bilinçli bir varlıkça tasarlandığı şeklindeki “akıllı tasarım”
görüşünün hayli taraftarı vardır.
Evrimin işleyişi, -son ürünleri hayranlık verici olmakla
birlikte- söz konusu teoriyi tartışılır kılıyor: Her şeyden önce, -4 milyar yıl
kadar önce ortaya çıkan ilk canlılardakiler hariç- evrim basamaklarında
karşımıza çıkan yapıların neredeyse hiçbiri, sil baştan yeni bir tasarım değildir!
Genelde, yeni doğan bir ihtiyacı karşılamak için- yepyeni bir tasarım yapmak
yerine, (mutasyonlar yoluyla) mevcut ya onarılıyor ya da var olana eklemeler
yapılıyor. Yani şayet evrimin mutfağında biri varsa, tasarımcıdan çok tamirciye
benziyor.
Bir başka sorun, tek bir kusursuz çözüm yerine, her bir
bireyin gen çeşitliliği (“varyasyon”) sayesinde, yeni ihtiyacı çözmeye
çalışması; başaramayanların (genleriyle birlikte) yok olup giderken, ancak en
fazla işe yarayan ve bunu (üremeyle) çoğaltabilenlerin çözümünün geçerli
kılınmasıdır. Yani işe yarayan çözüm, bir tür -acımasız- sınama-yanılma
süreciyle meydana gelmektedir.
Ne var ki yeni bir ihtiyacın doğması, yeterince gen
çeşitliliği, çözümlerin test edilip ayıklanmasıyla işe yarar bir çözümün ortaya
çıkması, işe yarar çözüm sahiplerinin kuşaklar boyu fazlaca üreyerek genlerini
toplumda hâkim kılmaları hiç te kolay değildir.
Bazı sorunlar binlerce, hatta yüzbinlerce yıl çözümsüz
kalabilmektedir. Yahut -tersine- günümüzde ortadan kalkmış bir problemi çözmeye
yönelik bir yapı veya işleyiş hâlâ varlığını sürdürebilmektedir.
İnsan türü, bir ölçüde doğaya uyum sağlamak yerine, doğayı
kendisine uydurmayı başarmıştır. Ancak bu evrimin doğal seyrini bozmak gibi bir
bedel karşılığındadır. Son elli bin yılda yarattığı kültürle dünyasını
inanılmaz ölçüde değiştirmesine rağmen; modern insan, biyolojik yapı ve
işlevleri (ve bunları tanımlayan genetik kodları) bakımından iki yüz bin yıl
önce yaşamış bir avcı-toplayıcıdan çok farklı değildir.
***
Sonuçta, doymak bilmeyen “pis boğazlığımız”, -başka pek çok
şey gibi- çok çok eski atalarımızın bedenimize mirasıdır.
Besin kıt bir kaynaktı, ona erişildiğinde -mümkünse ziyan
edilmeden sonuna kadar tüketilerek- depolanması gerekiyordu.
Asıl ve çözüm üretilmesi gereken sorun açlıktı. Açlığı haber
veren, açlıkta harekete geçen pek çok sistem gelişti.
Tokluk bir sorun teşkil etmediği ve fazla besini kıtlık
zamanlarında kullanmak üzere depoladığımız için, tokluğu haber veren ve bunu baskılayacak
sistemlerimiz güdük kaldı.
Derken, -ziraat, çiftçilik ve teknoloji sayesinde- (avcı
toplayıcı atalarımızın hayal bile edemeyeceği) günümüz gıda bolluğuna eriştik. Zar-zor
bulduğu bol kalorili yiyecekleri ödüllendiren kadim yapılarımız, -günümüzde- şeker
ve yağla şenleniyor. Enerji ihtiyacını yöneten sistem ibrelerimiz açlık için
keskin ve teyakkuzdayken, tokluk için duyarsızlar. Fazlalıkları hiç dert
etmeden, kolayca istifleyiveriyorlar.
***
Bu ahvalde, her şeye rağmen, şimdilik umut; (evrimin biz
insanlara en büyük armağanı) görece daha yeni bilincimizin, kadim beden yapılarına
karşı verdiği yorucu, yıpratıcı savaşı, kesintisiz sürdürmesidir. Aksi halde
şişmanlayarak çağımızın kronik hastalıklarıyla boğuşmak, kaçınılmazdır…
Yorumlar
Yorum Gönder