Virüs dünyası
Korona virüsle yatıp, Korona virüsle kalktığımız günlerdeyiz.
Dünya çok renkli bir yer: Dolup taşan yoğun bakımlara ve
hızla büyüyen mezarlıklara rağmen, bugün bile, (ölümlerin başka sebeplerle
gerçekleştiğini düşünüp), birilerinin menfaat için bu hastalığı uydurduklarını
düşünenler var.
Başlarda çok daha fazlaydı, şimdi de yok olmuş değil: Çok
fazla sayıda insan, virüsün -yine belli hesaplarla- birileri tarafından
üretildiğine inandı. Neyse ki, -vurgun için- aşısının bile çoktan hazır
olduğunu iddia edenlerin sesleri çıkmaz oldu.
Komplo teorilerinin doğruluk derecesini araştırıp irdelemek
bu yazının konusu değildir. Bu yazıda henüz yeni yeni tanınan Korona virüs
özeline fazla girmeden genel olarak virüsler hakkında birkaç şey söylemek
istiyorum. Umarım Kovid için de fikir verir.
Virüslerin neredeyse tek marifeti üremektir
Virüsler canlıların sahip olduğu enerji üretimi, yeme-içme,
depolama, soluma, atıkları uzaklaştırma, düzenleme gibi çeşitli yeteneklerin
hiçbirini başaramazlar. Tek yapabildikleri şey üremektir. Bu yüzden bilim
dünyası, onları ‘canlı’ saymakta isteksizdir.
Tek hünerleri üremeyi de, ancak başka canlıların,
içlerine girebildikleri hücrelerine yaptırırlar.
Hücreler, üstlendikleri görevleri ustalıkla yerine getiren
(bunu başarabilmek için, içinde pek çok araç gerecin olduğu) su dolu
torbacıklardır. Bünyelerine katmak ve uzaklaştırmak istediklerini titizlikle
seçerler. Virüs gibi -kendilerine faydadan çok zarar verecek- bir varlığı
içlerine almak istememeleri doğaldır.
Her hücrenin içine kabul edecekleri için, şifreli kapıları
veya -ancak uygun anahtarların açabileceği- kilitleri vardır. Bazı virüsler bu
kapı veya kilitleri açabilecek özelliklere (yani hilelere) sahiptir. Hücrenin
isteği hilafına, ‘kandırarak’ içeri girerler.
Tahmin etmişsinizdir: Ancak şifreye sahipler veya anahtar
uygunsa içeri girebildiklerinden, her bir virüsün ‘tecavüz edebileceği’ hücre
bellidir: Bu belli bir tür veya birkaç tür ve o türün veya türlerin belli
hücreleri olabilir. Söz gelimi bir virüs -ancak- insanların solunum yolları
epitelinden içeri sızabilirken, bir başkası yalnız tütün yapraklarında bunu
başarabilir.
***
Her hücrede, hücrenin yapısını ve yürüteceği işlevlerin
nasıl gerçekleşeceğini tanımlayan bilgiler, DNA dediğimiz yapılarda
şifrelenmiştir. DNA -talimatları duyurmak için- bir fotokopi makinası gibi
davranır. Hücre büyümek veya yenilenmek için -benzeri- bir başka hücre
oluşturmak gerektiğinde tüm DNA ‘kitabının’ kopyasını çıkarır. Ama belli bir
işlev için elzem proteini oluşturmak gerektiğinde ‘DNA kitabının yalnızca
ilgili sayfasının kopyalanması’ yeterlidir.
Virüsler, -fırsatçılıkla- girdikleri hücrelerin ‘fotokopi
makinasını’ kendi kopyalarını oluşturmak için kullanır. Bunda da fazla zorlanmaz.
Çünkü virüs dediğimiz yapılar, (fotokopi makinası işlevi gören) hücre DNA’sına
benzer şekilde -RNA veya DNA şeklinde- gen şifrelerinin, protein (bazen de
fazladan yağ) bir kılıfla sarılmasından ibarettir. Bazısı hücreye girerken
kılıfını dışarıda bırakır ve içeriye gen kodlarını sokar. Bazısı ise kılıfından
(girdikleri) hücre içinde kurtularak -kopyalanmasını istediği- genetik
kodlarını serbestleştirir.
Gerisi kolaydır: Hücre kendi gen kodlarıymış gibi gen kopyalarını çıkarmaya ve -virüsün kodladığı genetik bilgi doğrultusunda- virüsün kılıfını üretmeye başlar. Yeni virüs gen kopyaları, yeni kılıflarla sarılır. Artık yeni virüs kopyaları hazırdır.
Virüs, ‘bedava’ fotokopi makinasını tepe tepe kullanarak,
çok sayıda kopyasını çıkarır. Sıklıkla en sonunda hücre torbasını patlatıp
yırtarak kopyalarını (kapı veya kilidini açabildiği) başka hücrelere yayacak
hale gelir. Aynı çoğalma ve yayılma işini her eriştiği hücrede sürdürür.
Virüslerin kimi zararsız, kimi zararlıdır
Virüsün ‘tecavüz ettiği’ hücrenin -şu veya bu derecede-
hasar ve farklılaşması, virüse ev sahipliği yapan organizmayı harekete geçirir.
Çoğu canlıda bu işle görevli (‘yabancı’ bulduklarına havlayan ve gereğinde
ısıran bekçi köpekleri yani) ‘bağışıklık sistemi’ vardır.
Virüsün ‘tecavüz’ derecesi de, organizmanın bağışıklık
tepkisi de hayli değişkendir.
Bazı -iddiasız- virüsler içine girdiği hücrenin (kalıtım)
kodlama sisteminin bir parçası haline gelir. Ancak hücre çoğalacağı zaman
onunla birlikte çoğalır. O artık hücrenin DNA’sına yapılmış bir ‘yamadır’.
Şayet bu yama virüsün girdiği canlının üreme hücrelerinde (yumurta veya
spermde) olmuşsa, sonraki kuşaklara iletilir. Bu şekilde DNA’mızın bir unsuru
haline gelmiş -atalardan bize intikal eden- virüs yamalarının, DNA’nın %8
kadarını oluşturduğu söylenmektedir. Hatta bilim insanları, bunlardan birini
DNA’mızdan kesip çıkararak yeniden virüs haline dönüştürebilmişlerdir.
Bazı virüslerse çok hamarattır: Hızla çoğalır, hücreyi patlatır ve saçılıp yayılmaya can atar. Bazısı öyle büyük hasarlara neden olur ki, bulaştıkları hücrelerin sahibini dahi ölüme götürürler.
Ama bazı bağışıklık sistemleri çok ama çok saldırgandır;
‘tabanca veya tüfekle’ halledebilecekken, ‘tankla saldırır, bomba yağdırırlar’.
Şimdilerde sıkça duyduğumuz ‘sitokin fırtınası’ böylesi bir tepkidir. Sonuçta
virüsün verebileceği zararın kat be katına neden olur. Virüsü öldürme azmiyle,
virüs bulaşan hücrelerin öldürülmesi ciddi hasarlara yol açabilir. Hatta ölümün
virüs değil, bağışıklık sisteminin aşırı tepkisinden olması bile mümkündür.
Bazen de, -kronik B hepatitinde olduğu gibi- iki tarafın da
(inatla sürdürüp) kazanamadığı, yıllar süren -tüketici- bir savaş gerçekleşir.
Ama virüsle organizma arasındaki savaş sırasında bağışıklık
sisteminin virüsü tanıyıp ona karşı antikorlar geliştirmesi ve virüs yeniden
vücuda girmeye kalktığında, hücrelere sızma fırsatı bulamadan onları zararsız
hale getirmesi yüksek ihtimaldir.
Unutulmaması gereken şey, virüsle üremesini gerçekleştirdiği
canlı arasında bitip tükenmeyen silahlanma yarışıdır. Virüs bağışıklık
sistemini atlatmak için -mutasyonlarla- kılık değiştirecek, bağışıklık sistemi
buna karşılık verecek ve -karşılıklı hamlelerle- mücadele sonsuza değin
sürecektir.
***
Virüsler çeşitli hastalıklar yanında; hem hücrenin
çoğalma sistemine etkileri, hem hücre işleyişine farklı yollardan verdikleri
zararlar sonucu tümör oluşumuna da neden olurlar. İnsanlarda görülen
kanserlerin beşte birinden virüslerin sorumlu olduğu bildirildi.
Sarılık mikropları olan HBV ve HCV karaciğer kanserine
(hepatosellüler kanser), siğile neden olan ve pek çeşidi bulunan HPV başta
rahim ağzı (servikal kanser) olmak üzere ano-genital (makat, vulva, penis) ile
baş ve boyun bölgesi tümörlerine; çok yaygın bir virüs olan EBV lenfoma ve üst
yutak bölgesi kanserine (nazofarengeal karsinom), uçuk virüslerinden KSHV bir
damar tümörü olan Kaposi sarkomuna, MCV cilt kanserine (Merkel hücreli
karsinom), HTLV lenfomaya neden olabilir.
***
Aslında -EBOLA’da olduğu gibi- ev sahibinin ölmesi,
özellikle de hızla ölmesi virüsün işine gelmez. Ona üreme fırsatı veren bir
‘ev sahibinin’ ortadan kalkması, üreme şansının da yok olması anlamına gelir.
Virüsün yaşam sahnesinde varlığını sürdürmesi için, ev
sahibinin ölmeden, hatta aktivitesini fazla yitirmeden, virüse fazlaca üreme ve
yayılma fırsatı sunması gerekir.
Yayılma fırsatı, bizim gibi canlılarda öksürme, aksırma,
ishal, -cinsel birleşme, öpüşme gibi- yakın temas ve uç bir örnek olarak
-kuduzda- ısırmadır. Bu tür yollarla, kilidini açıp şifresini kırabildiği
hücrelerde fazlaca çoğalıp hücreyi patlatan virüsler yeni ev sahiplerinin yeni
hücrelerinde aynı şeyleri yapmaya koyulurlar.
Virüsler, aralarında mesafenin olmadığı kalabalıkları çok
severler. Onlar için yan yanalık, ‘saadet zinciri’ gibidir. Bu durumda
yayılmak (ve yeni üreme fırsatları) için zorlanmaları gerekmez. Son dönemlerde
adından çokça söz ettiren hastalıklara neden olan virüslerin çoğunun kaynağı
-tavuklar, yarasalar, kuşlar, şempanzeler, insan gibi- gruplar halinde yaşayan
‘sosyal hayvanlardır’.
Muhtemeldir ki, virüsleri daha çok duyma nedenlerimizden
biri, insanların giderek -Amazon ormanlarının derinlikleri gibi- bu hayvanların
yaşama alanlarına daha fazla sokulması ve yaşam alanlarını daraltmalarıdır. Gıda
endüstrisinin, hayvanları daracık alanlara (üretme çiftliklerine) tıkıştırarak
bulaşma için virüse yardımcı olmaları bir başka sebeptir. Artan nüfusun, köyden
kente göçün, devasa metropollerle, artan -küresel- ulaşım ağlarının da katkısı
olsa gerekir.
Kışları -özellikle solunum yolları ile bulaşan- viral
hastalıkların artışı, büyük ölçüde insanların kapalı ortamlarda, daha yoğun bir
biçimde bir araya gelmeleri yüzündendir. Nem (aksırık, öksürük gibi yollarla
saçılan) virüs yüklü damlacıkları yere yöneltirken, kuru havanın -damlacıkların
havada asılı kaldığı süreyi uzatarak- yayılmayı kolaylaştırması ve kışın
havanın daha kuru olması da bulaşmaya destek olur.
Her yerdeler, hep varlardı, var olmayı
sürdürecekler
Artık biliyoruz: Virüsler tek başlarına varlıklarını -uzun
müddet- sürdüremezler. Onlar, var olabilmek ve varlıklarını gelecekte de devam
ettirebilmek için bir canlıya (o canlının hücrelerinin kopyalama sistemine)
muhtaçtırlar.
Bu yüzden neredeyse -bakteri, bitki, mantar, hayvan…- her
canlıya musallat olabilmiş bir virüs vardır. Bu yüzden sayıları muazzamdır.
Ve -yakınlarında bir canlının olduğu- her yerde varlardır.
Bunun fazlaca ayırdında olmayışımızın iki nedeni vardır.
İlki -genelde- öylesine küçüklerdir ki, ışık mikroskopuyla bile görülemezler.
Çünkü çoğalma dışındaki ihtiyaçlarını girdikleri hücreden karşıladıklarından,
fazla donanıma ihtiyaçları yoktur ve -doğal olarak- kodladıkları gen sayısı da
hayli azdır. İkinci neden de, ancak
-hastalık ve ölümlerle- başımıza bela olduklarında, titiz araştırmaların
ardından farklarına varmamızdır.
***
Bu mücadelenin itici gücü, ironik bir biçimde -kopyalama sırasında
gerçekleşen- kodlama hataları yani mutasyonlardır. ‘Yarış’ kelimesinin geçtiği
yerde, insan ister istemez ‘akıl’ arıyor. Ama doğanın yarışında akıl olduğunu
söylemek zordur. İşlerin nasıl yürüyeceğini tanımlayan genetik kod
‘talimatları’ kopyalanırken, sayıca az olsa da, bazı yanlışlar gerçekleşir.
Bazısı işleyişi etkilemez, bazısı bozar. Ama bazısı tam tersine işe yarar.
Bozanlar hayat sahnesinde gerilerde kalır veya sahneden düşerken, işe
yarayanlar ipleri eline alır. Yani tabiat ana, sınama—yanılmalarla,
yürümeyenleri -gözlerinin yaşına bakmadan- çöpe atarken, yürüyenleri
destekleyip güçlendirir.
Tahmin edilebileceği gibi, oluşacak yazım hatası (mutasyon)
sayısı, çoğalma hızıyla paralellik gösterecektir: “Ne kadar çok üreme, o
kadar çok yazım hatası”. Bu bizim gibi uzun ömürlü (kopyalamanın görece az
olduğu) canlılarla, neredeyse her yarım saatte bir çoğalan mikroplar arasında
inanılmaz hata sayısı farkı demektir. Virüsler hızla üreyebildikleri için
daha fazla mutasyona uğrar. Virüslerin mutasyona uğramasını artıran bir
başka unsur, canlılardaki yazım hatalarıyla savaşan sistemler gibi
‘düzelticilere’ sahip olmayışlarıdır. Sonuçta çoğu virüs, kısa sürelerde önemli
mutasyonlarla karşı karşıya kalır.
Bu, onları baş edilmesi zor ‘ahlaksızlar’ yapar. Kolayca
kılık değiştirirler. Böylelikle silahlanma yarışında, bağışıklık sistemlerine
üstün gelme şansları artar. Onlara karşı geliştirilen aşıların, -gripte olduğu
gibi- sürekli güncellenmesini gerektirebilir. Yahut onlara karşı geliştirilen
antiviral denilen ilaçların, kısa sürede etkisiz hale gelmeleri şaşırtıcı
olmayabilir.
Ancak bir virüsün varlığını sürdürmesi için olmazsa olmaz
‘yaşamsal’ genlerindeki mutasyonlar virüsün sonunu getirebilir. Yahut böylesi
yaşamsal unsura yönelen tedaviler çok daha fazla ve daha uzun süre işe
yarayabilir.
***
Her bir yaşam formunun üreme döngüsü süresi ve -genetik-
kodda ortaya çıkabilecek ‘hata’ (mutasyon) şansı, -sapmalar gösterse de- kabaca
bellidir. Mutasyonların (yaklaşık) ne kadar zamanda bir ortaya çıktığı (zaman
aralıkları) belirlendiğinde, hataların sıralaması da gözetilerek, geriye doğru
iz sürmek mümkündür (‘moleküler saat’). Bu bize hem kimin kimlerle ne kadar
akraba oldukları ve ne zaman bir başka türe dönüştükleri, hem de bunun ne zaman
gerçekleşmiş olabileceğiyle ilgili bilgi verir. Bu yöntem, herhangi bir canlı
soyunun göç geçmişini (nereden gelip nereye gittiklerini) dahi
aydınlatabilmektedir. Yine bu yöntemle, yeni saptanan bir virüsün doğal
mutasyon sürecinin sonucu mu, yoksa laboratuvarda mı üretildiği konusunda fikir
yürütmek mümkündür.
Mesela bu yöntem kullanılarak AİDS hastalığına neden olan
HİV-2’nin Afrika’da mangabeyler denen bir maymundan, -daha tehlikeli- HİV-1’in
şempanzelerden kaynaklandığı ve ortaya çıkışının 1900’lü yılların başında
olduğu öngörülebildi.
***
Virüslerin girdikleri hücrelerde genetik kodlarla
(DNA’larla) sıkı ilişkileri, konağa kendi genetik kodlarını verdikleri gibi,
onların genetik kodlarını alabilmelerine imkân tanır. Hatta aynı hücrede
buluşan iki virüs, kendi aralarında gen değiş-tokuşu yapabilirler (‘yanal
transfer’). Sonra da bunu bulaştıkları yeni hücrelere taşırlar. Bu hücreler
farklı türlerse, transferin boyutu türler arası seviyeye kadar yükselmiş olur.
Yani virüslerin, tüm canlıların kodlama sistemlerine tesiri, tasavvurumuzun
ötesindedir.
***
Yaşamakta olduğumuz Koronavirüs salgını; ne ilk, ne de son
virüs salgınıdır.
Virüsler geçmişte de -1918-19 grip salgını veya 1500’lüyıllardaki çiçek salgınlarında olduğu gibi- inanılmaz boyutta toplu ölümlere neden oldular.
Muhtemeldir ki, çok daha önceleri de hastalık ve ölüme yol açıyorlardı.
Artık virüslerin en eski yaşam formlarından biri olduğu
kabul ediliyor. Hatta kimileri, cansızlarla ‘en eski ortak ata (LUCA)’
arasındaki geçişi sağladığı iddiasındalar.
Canlılığın olmazsa olmaz iki koşulundan biri üreme, diğeri
enerji sağlamadır. Fizik ve kimya yasalarının bir araya getirdiği ilk
‘kopyalama makinasının’ bir nükleik asit olan RNA olduğuna ilişkin inanış
giderek güç kazanmaktadır. Virüsler de (başlarda da belirttiğim gibi) protein
bir kılıfla sarılmış RNA -ve onun kardeşi olan DNA- ‘dan ibarettir. Bir başka
deyişle, -enerji üretmekten aciz- bir ‘üreme aygıtıdır’.
Belki de ona sonradan enerji üretme yetkinliği eklenerek,
ilk tek hücreli canlı oluşmuştur. Ama kimileri de ilk ortak ata LUCA oluştuktan
sonra, onun (enerji yetkinliği de olan) ‘tam’ bir hücreden, ‘serbestleşmiş’
olabileceği kanısındadır.
***
Başka hiçbir yükümlülüğü olmadan ‘üremek’ kulağa hoş
gelebilir. Ama biz ‘memeliler’ gibi, ‘haz merkezleri’ olmadığından, zevk
almadan görevlerini yerine getiriyor olmalılar.
Felsefenin en çetrefil konuları ‘yaşamın amacı’, ‘hayatın
anlamı’ gibi sorulardır. İnsan gibi hayli karmaşık bir canlı için bu soruların
yanıtı zordur. Kendi adıma zorlandığımda, soruyu daha yalın, daha basit hale
getirmeye çalışırım. Bu yüzden bu sorulara virüs cephesinden verilecek
cevaplar, kolaylık sağlayabilir. Verilebilecek cevabı meraklı ve düşünmeyi
seven okuyucuya bırakıyorum.
Virüsler dost da olabilir
“Düşmanımın düşmanı dostumdur.” Virüsler yalnız bizi hasta etmez. Bizi hasta eden mikropları da hasta edebilir ve öldürebilir. Bakteriyofaj adıyla bilinen bu virüsler; dizanteri, kolera gibi hastalıkları sağıtabilir. Hatta kolera salgınlarını genelde fajların bitirdiği düşünülmektedir. Virüsler, bakteriyofajlara benzer şekilde, amipler gibi -hastalık yapıcı- protozoaların zararsızlaştırılmasında da işe yarayabilmektedir.
Fajlar ilk keşfedildiğinde, henüz antibiyotikler yoktu.
Farklı mikroplara tesir edebilecek -özgün- faj arayışları yapılıyordu. Ama
fajlardan farklı olarak pek çok mikroba birden tesir eden, tesirini hızla
gösteren ve etkili antibiyotikler ortaya çıkmaya başlayınca, faj tedavi
çabaları gündemden çıkıverdi.
Ama günümüzde antibiyotik direnci çok ciddi bir sorun haline
gelmeye başladı. Hiçbir antibiyotiğe yanıt vermeyen enfeksiyonlar görülür oldu.
Bu yüzden “bakteriyofaj dünyasına yeniden nur yağabilir”. Üstelik, hızla
gelişmekte olan genetik mühendisliğinin de yardımıyla, çalışmalar çok daha yüz
güldürücü olabilir.
***
Ölü veya zayıflatılmış virüslerin bağışıklık geliştirmek
amacıyla ‘aşı’ şeklinde kullanımı çok uzun zamandır yapılmaktadır.
Günümüz biyoteknolojisi, (söz konusu aşı uygulamaları ve bakteriyofajlar
dışında da) virüsleri tedavinin bir parçası haline getirebilmeyi başarmıştır.
Genetik tasarlanmış bir herpes virüsünün, melanom tipi
kanser hücrelerinde çoğalıp patlatılmasına (‘onkoliz’) dayalı bir tedavi
2015’de FDA onayı aldı. Bir başka çalışmada yalnızca yumurtalık kanseri
hücrelerini tanıyıp onları ‘patlatıp yok eden’ virüs oluşturulması başarıldı.
Şimdi yöntemin diğer kanserlerde de uygulanması için çalışılıyor.
Doğuştan veya sonradan -mutasyonlarla- ortaya çıkmış gen
bozukluklarının tedavisindeki en büyük zorluklardan biri, sorunu giderebilecek
-biyoteknoloji ürünü- ‘düzgün çalışan’ genlerin, tedavinin yapılacağı hedef
hücrelere iletilmesidir. Hedef hücrenin şifre veya kilit engelini aşabilen (vektör)
virüsler bu görevi başarmanın günümüzdeki en önemli unsurudur. Bu yönteme
dayalı iki ürün 2017 ve 2019’da FDA onayı aldı.
Virüslere taşıtmanın bir başka öznesi; bağışıklık yanıtı
için genetik olarak tasarlanmış antijendir (‘viral immünoterapi’). Bu
antijenler hastalık yapıcı bir bakteri veya virüse ait olabileceği gibi kansere
ait de olabilir. Bunu bir tür aşılama gibi düşünebiliriz.
YanıtlaSilGerektiği kadar ayrıntılı, tekrarlama hatasına düşmeyen, sıkıştırılmış bir bilgilendirme çalışması ortaya konmuş. Elinize sağlık Dr.Ömer Dönderici
Teşekkür ederim.
SilSevgili Ömer bir mikrobiyoloji uzmanı bilgisiyle çok anlaşılır ve esprili bir şekilde anlatmışsın bu zor konuyu, teşekkürler çok beğendim gerçekten 🙏🙏💕
YanıtlaSilÇok teşekkürler. Bu alanda yetkin biri olarak, bunu senden duymak çok güzel...
Sil