Siber Tıp
Emekleme Günleri
Bundan 45-50 yıl önce, öğrencilik yıllarımda, TÜBİTAK’ın yayımladığı Bilim ve Teknik dergilerinde, Toygar Akman’ın ‘Sibernetik’ yazıları fazlasıyla ilgimi çeker, beni heyecanlandırırdı. Bilgisayarların emekleme günleriydi. “Çok yakında robotların ve bilgisayarların insanın yerini alacağı, doktorların yapabildiği her şeyi makinelerin yapabileceği” anlatılırdı. O yıllarda Akman’ın bu konuda bir de kitabı çıkmıştı.
Yapay Sinir Ağları
Bu arada, sağlık alanına girişi yavaş kalsa ve sağlık
kulvarı tam olarak ayak uyduramasa da dijital devrim kendi yolunda dev
adımlarla ilerlemesini sürdürüyordu.
Artık hayatımızın içine nüfuz etmiş ‘yüz tanıma sistemleri’,
YSA’nın tipik marifetlerinden biridir. Yöntemlerden birinde iki boyutlu (2D)
resimlerden; (yüz ifade değişikliği, yaşlanma gibi sorunlarla baş edebilmek
için) göz yuvası eğrisi, burun kemeri gibi sert doku ve kemiklere odaklanarak
yüzün üç boyutlu (3D) modeli çıkarılır. Apple Face ID böyle çalışır. Bir başka
yöntem, görüntüdeki ışık ve karanlık örüntülerinin istatistiksel tanımına
dayanır. Bu, Google’ın FaceNet’i ve Çinlilerin Tencent YouTu Lab’in yöntemsel tercihidir.
Ama yüz tanıma sistemlerinin işe yaraması için,
olabildiğince farklı bireyin (mümkünse tüm popülasyonun) -tanımaya yeter
miktarda- yüz görüntüsüne ihtiyaç vardır. Devletlerin güvenlik kaygılarıyla bu
ihtiyacı gidermede çok gayretli oldukları görülüyor. Özellikle otoriter
yönetimler, bu konuda George Orwell’in -gözetleyici- ‘big brother’ rolü için
başı çekiyorlar. Facebook, İnstagram gibi sosyal platformların (resimlerini
paylaşmada) -gönüllü ve çok hevesli kullanıcıları sayesinde- kapsamlı veri
tabanları oluşturma konusunda çok fazla sıkıntı çektiği söylenemez.
Artık YSA’nın (yani teknolojinin) yüz tanımada -küresel
çapta- pasaport polislerinden (yani insanlardan) daha başarılı olduğu bir
noktadayız. Çin başta, pek çok ülkede suçlar kameralarla izleniyor, kameralardan
suçlular tanınabiliyor, izleri sürülebiliyor.
***
İnsan yüzlerini -yetkinlikle- tanıyan sistemin, tıp
dünyasının kullandığı farklı görüntüleri tanımaması için hiçbir sebep yoktu.
Üstelik yıllar boyu radyoloji veya patoloji merkezlerinde, inanılmaz veri
birikmişti. Hangilerinin normal, hangilerinin anormal olduğu raporlanmış; bu
raporlarda anormal olanların hangi bulgularla hangi hastalığa karşılık geldiği belirtilmişti.
Bu yüzden ‘tıbbî görüntüler’ -öğrenmeye aç- YSA’lar için biçilmiş kaftandı.
Çok geçmeden arka arkaya başarılı örnekler kendini
göstermeye başladı. Yeterli çeşitlilikte ve sayıda, doğru bilgi sunulan YSA
önce ‘öğreniyor’, sonra da değerlendirilmesi için kendilerine sunulan
-raporlanmamış- görüntüleri raporluyor; normallerle patolojikleri ayırıyor ve
muhtemel tanının ne olabileceğini bildiriyorlardı.
Bu yazıyı yazmaya koyulurken asıl niyetim, YSA’nın tıp alanında
yapılmış çarpıcı araştırma örneklerinin bağlantılarını paylaşmaktı. Derlediğim
ve yalnızca bağlantı adresi ve başlığı bile üç sayfayı bulan çok sayıda çalışmanın
yazıyı sıkıcı hale getireceği endişesiyle (ve birbirinden güzel çalışmalardan
bazılarını seçmenin ötekilere haksızlık olacağı inancıyla) vaz geçtim.
Kısaca söylemek gerekirse; röntgen, bilgisayarlı
tomografi, manyetik rezonans, ultrasonografi, mammografi, miyokardiyal
perfüzyon sintigrafisi gibi farklı görüntüleme teknikleriyle elde edilmiş
görüntülerden, YSA tarafından çok yüksek doğruluk oranıyla tanı konabildiği
gösterildi. Aynı başarı kolonoskopide poliplerin tanınmasında;
dermatolojide dermaskop ile maliyn lezyonların tanınmasında da sağlandı.
Keza, farklı doku örneklerinden (meme, akciğer, beyin, yumurtalık,
cilt, kan…) yapılan histopatolojik incelemelerin YSA ile (başta kanser, farklı
sorunlar için) tanısındaki başarısı inanılmaz derecede yüksek idi.
Yayımlanan çalışmalarda YSA’nın klinisyenlere göre bazı
avantajları dile getirildi: Zaman baskısı yaşamıyorlardı. Yıllık izin, bayram
izni, hastalık gibi molalara ihtiyaçları yoktu. Bir görüntü veya yaymayı -tanımlanan-
belli bir algoritma çerçevesinde, baştan sona, bıkmadan, titizlikle tarayabiliyorlardı.
Hasta ve hasta yakını, motivasyon gibi unsurlardan etkilenmeksizin çok daha
‘objektif’ yaklaşım sergileyebilirlerdi.
Göz kamaştırıcı ‘doğru tanı’ hünerlerine ve sıraladığımız
bazı avantajlarına rağmen henüz, YSA tıp programlarının ‘kendi başlarına’
çalışma izni yok! Çünkü yetkinlikleri konusundaki kuşkular ortadan kalkmış
değil ve gerekli yasal düzenlemeler hayata geçmedi. Bu yüzden şimdilik daha
çok radyolog, patolog ve endoskopistlere ‘yardımcı’ roldeler. Onlarla
birlikte çalışıp, onların işlerini kolaylaştırıyorlar. Son tahlilde uzmanların
onay ve imzası gerekiyor. Ama tek başlarına yetkinliklerinin kabul göreceği
günlerin uzak olmadığını söylemek, kehanet sayılmaz!
Dr Makine
Öncü bilişim teknoloji şirketlerinden IBM, bilgisayar programıyla
1955’te ürettiği dama oyunuyla, bu oyunun şampiyonu Robert Nealey’i 1962’de
yenmeyi başardı. Bunu -yaklaşık kırk yıllık uzun bir aradan sonra- 1997’de ünlü
satranç oyuncusu Kasparov’u yenmeyi başaran bir bilgisayar (Deep Blue) üretimi
izledi. Alanının şampiyonlarına karşı galibiyet halkasına, 2011’de -Watson
bilgisayarıyla- ip uçlarından, doğru soruyu bulma esasına dayanan bir bilgi
yarışması (Jeopardy) birincisine üstünlük eklendi. Bu bilgi yarışmasında soruyu
sorup cevabı istemek yerine, cevap (mesela bir hayvanın özellikleri: “uzun
kulaklı, kısa kuyruklu, arka bacağı ön bacağından kısa, 30-60 sm boyutta, 3-10
kg’lık, otçul, çok üreyen, sevimli hayvan…”) belirtilip bunun hangi soruya
cevap oluşturduğunun (örnek için hangi hayvan olduğunun: “tavşan”))
belirtilmesi isteniyordu.
“Muazzam veri tabanı sayesinde söz konusu bilgi yarışmasının
şampiyon yarışmacılarını yenen bilgisayar aynı başarıyı tıp alanında neden
göstermesin?” diye düşünüldü. Bir hastanın, hastalığına ait belirtiler
(yani cevap) sisteme girilip uygun sorunun (yani hastalık tanısının) ne olduğu
kolayca öğrenilebilirdi. Watson bilgisayarların yeni hedefi belli olmuştu.
Bilgisayarlar yardımıyla tanı koymak ve en uygun tedaviyi seçmek
isteyen tek şirket IBM değildi. Pek çok kuruluş bu işe soyundu. Büyük bir
fırsat vardı ve üstesinden gelmek çok zor görünmüyordu.
Teorik olarak, yukarıda görüntüleme sistemleri için
anlattığımız başarının klinik tanıda da gerçekleşmesi beklenir: Herhangi bir hastalığın
tanısı; sorgu ile elde edilen belirti, muayene ile saptanan bulgu ve
-bunlara uygun- laboratuvar ve röntgen incelemeleri yardımıyla konur. Bir başka
deyişle, ‘çıktı’, bir ‘girdi’ kümesi veya kümelerinin eseridir. Girdi kümesindekilerden
kiminin tanı değeri azken, kimi çok önemlidir. Bazısı tanıya yaklaştırırken
(hatta bazısı tek başına tanı koymaya yeterken {‘patognomonik’}), bazısı
uzaklaştırır (hatta dışlar). Sonuçta, girdilerle çıktı (veya çıktılar) arasında,
-matematiksel olarak hesaplanabilen- bir ilişki biçimi (‘örüntü’) vardır. YSA,
bu hesaplamaları (biraz gizemli olsa da) mükemmel bir biçimde
yapabilmektedir.
Aynı girdi-çıktı ve örüntü ilişkisi tedaviler için de
yapılabilir. Hangi tedavi seçeneğinin hangi hallerde, ne ölçüde işe yaradığı veya
yaramadığı YSA tarafından belirlenebilir. Yahut çıktı bir hastalıktaki ölüm
oranı (mortalite), hastanede kalma süresi gibi farklı sorulara da yanıt
verebilir.
***
Ne var ki, -şimdilik- klinik tanı koymada YSA’nın
başarısı, görüntüleme ve patolojide elde edilen başarının çok uzağındadır.
Bu konuda elle tutulur başarılı örnek sayısı -halihazırda- çok azdır. Büyük
umutlarla başlanan pek çok çalışma düş kırıklığıyla sonuçlanmıştır.
İlk bakışta -algoritma mantığıyla çok daha uyumlu görünen-
klinik tanı ve tedavideki başarının görüntülemenin gerisinde kalışının birkaç
nedeni vardır: Bunlardan ilki, görüntü verileri çok daha nesnelken, klinik
verilerinin -hasta ve sağlık sunucu yorumuna fazlaca bağımlı olmasıdır. Bir
başka neden, hasta yakınması ve hekim bulgularını ifade biçiminin standart
(kavram birliği) olmayışıdır. Ve sanırım en önemli neden, (ayrı bir yazıda ele
alınmasını gerektirecek kadar farklı sebeplerle) hasta sorgusu ve fizik muayene
bulgularının -neredeyse tüm Dünyada- yeterince ve sağlıklı şekilde kayıt altına
alınamayışıdır. Her şeyin dijitalleştiği günümüzde, hâlâ kayıtların elle
tutulduğu kurumlar vardır. Pek çok kurumda, doktorların elle tuttuğu kayıtlar,
bu işle görevli kişiler tarafından dijital ortama aktarılmaktadır.
Teknoloji yardımıyla; sözlü ifadelerin yazılı hale
getirilmesi, elle yazının dijital yazıya çevrilmesi gibi imkânlar, daha
kullanıcı dostu programlarla bu zorlukların aşılıp, klinik yoldan tanı ve
tedavi için de YSA uygulamalarını (ilerleyen dönemlerde) daha çok göreceğimizi öngörebiliriz.
Siberinsana Doğru
Bilişim teknolojileri, katlanarak artan kapasite ve hızları,
giderek küçülen (minyatürleşen) uygulamaları, düşen maliyetleri ile artık
yaşamımızın ayrılmaz bir parçası haline geldi.
Teknoloji geçmişte daha çok insanların kas yükünü
hafifletmişti. Bu eğilim (otomasyon sistemleri sayesinde) neredeyse kol gücünü (‘mavi
yakalıları’) gereksizleştirecek tepe noktasına ulaştı. Dijital teknoloji şimdi
gözünü sinir sistemine (‘beyaz yakalıların işlerine’) dikti: Yapay zekâ alanı
ve YSA uygulamalarıyla zihni ikame yolunda dev adımlarla ilerliyor.
Yakın zamana kadar ütopik görünen sinir devrelerinin
işlevlerini yerine getiren cihazlar adım adım hayatımıza giriyor: Duyu
organlarımızın yaptığı temas, sıcaklık, basınç, tat, koku, işitme ve görmeyi
algılayabilecek sensörlerin yapımı başarıldı. Hatta doğal yeteneklerimiz
aşıldı: Mesela gece görüşü mümkün hale geldi ya da artık gözle görebildiğimizin
ötesi (kızılötesi ve morötesi) görülebiliyor; normalde kulağımızla duyulamayacak
sesler işitilebiliyor.
Dahası artık bunlar gözlük, kulaklık gibi birer fazlalık
olmak yerine, -biyonik göz/fotosensitif retina ile- göz dibi, -biyonik kulak/kohlear
implant ile- iç kulak gibi (doğal olarak) olması gerektiği yerdeler.
Sinir iletimini telafi edecek farklı iletim ve uyarı
sistemlerine sahibiz. Kalbi pillerle uyarmaya başlayalı zaten uzun zaman olmuş;
buna Parkinson’da mikroelektrotlarla beyni uyarmayı eklemiştik. Her geçen gün uyarılar
istenen hedefe çok daha hassas eriştirilebiliyor. Hatta uyarmak için sesli
komutlar, göz hareketleri, mimikler yetebiliyor. Düşünmenin dahi yetebildiği
imkânlara kavuştuk.
***
Şimdilerde yaşadığımız Covid salgını, zaten ivmelenerek
gelişen dijital dönüşüme, fazladan güç kattı. ‘Kaçınılmaz geleceği’ daha da öne
çekti. Bunun sonuçlarını önümüzdeki birkaç yılda çok daha iyi fark edeceğiz.
Tıp kesitinde dile getirmeye çalıştığım teknolojik dönüşümün
-farklı kesimlerden- pek çok insanı tedirgin ettiği, bir sır değil!
Yapay zekâ veya robotların -kontrolden çıkıp- insanların
başına bela olacağından kuşkulananlar var. Bazısı, bu imkânların belli
insanların tekelinde, kötüye kullanılabileceği kaygısı taşıyor. Daha da yaygın
endişe, pek çok insanın işini teknolojiye devredip işsiz kalmasıdır.
Bunların tümüyle yersiz endişeler olduğu söylenemez.
***
Ama kesin olan şey, ‘cinin şişesinden çıktığı’ ve bu
gidişi önlemenin mümkün olmadığıdır.
Ne kadar farkındayız, emin değilim, ciddi bir
dönemeçteyiz: Yakın zamana kadar, aletleri ve teknolojiyi kullanıyorduk. Deyim
yerindeyse, onlar kölelerimizdi. Ama artık insan bedeniyle teknolojinin yan
yana, iç içe geçtiği; aradaki sınırların giderek kaybolduğu, onlarsız bir
hayatın giderek imkânsızlaşacağı yeni bir dönem başlıyor.
Yeryüzünde yalnızca tek hücreli mikroskobik canlılar
yaşarken, 2 milyar yıl kadar önce bir arkebakteriyle bir spiroket, sonra da
bununla bir proteobakteri kaynaşarak mitokondri oluşumuyla; ardından bu
canlının bir siyanobakteriyle kaynaşmasından kloroplast oluşumuyla canlılığın
evrimi kökten değişmişti. Farklı türlerin bu şekilde -daha büyük ve daha
karmaşık ‘ortak yaşar’ varlıklar oluşturması ‘simbiyogenez’ veya
‘endosimbiyozis’ olarak bilinir.
İnsan ve teknolojinin benzer biçimde bütünleştiği bir ortakyaşarlığın
arifesindeyiz. Adım adım ‘Homo simbiyotikus’ veya ‘siberinsan’
diyebileceğimiz bir süperorganizmaya yaklaşıyoruz.
Bu dönüşümün yaşamı baştan sona değiştireceğine kuşku yok!
Yakınmak, sızlanmak, -çaresizce- durdurmaya çalışmak yerine, bu dönüşümün
tehditten çok fırsat barındırdığı gerçeğini unutmadan yapabileceklerimize
odaklanmalıyız.
Guzel, ayrıntılı ve gerçek bilgiler. Durumu güzelce özetlemiş.
YanıtlaSilElinize, gönlünüze sağlık
Muhteşem ötesi bir yaz olmuş. Tıpta dijitale geçişin öyküsü çok iyi anlatılmış. Geleceğe ışık tutulmuş. Hocamın dediği hini cin çoktan lambadan çıktı. Kaleminize sağlık.
YanıtlaSilGerçekten meseleyi son derece özlü, net açıklayan bir yazı. Özellikle bu teknolojik sürecin doğuracağı işsizlik ürkütücü zaten fazla olan dünya nüfusunun artmaya devam ettiği düşünülürse.
YanıtlaSilHarika bir yazı. Arkasındaki emeği ve gösterilen özeni tahmin edebiliyorum. Teşekkürler
YanıtlaSil