Yakınlığın (ve eşe sadakatin) kimyası

Fareler neden bu kadar farklı?

Amerika’nın orta-batı kesimlerinde yaşayan iki fare topluluğu bilim insanlarının fazlaca ilgisini çekti. Nedeni, konunun uzmanı olmayan birinin ayırt edemeyeceği kadar birbirine benzeyen yakın akraba bu iki fare topluluğunun, taban tabana zıt davranışlar sergilemesiydi.

Bölgedeki dağlarda yaşayan ‘dağ fareleri (Microtus montanus/Meadow vole)’ genelde tek başına yaşıyor; ergin erkek ve dişiler yalnızca çiftleşmek için bir araya geliyordu. Eşlerin -her iki cinste de- birbirine sadakati yoktu. Birden çok partnerle çiftleşip bir daha birbirlerini görmüyorlardı. Anneler, yavrularına yalnızca iki hafta bakıyor, ardından herkes kendi yoluna gidiyordu. Hatta anneler yavruları kaybolduğunda arama zahmetine bile katlanmıyordu. ‘Mesafe’ aile ilişkileriyle de sınırlı değildi: Çevredeki türdeşleriyle de -yiyecek için- kıyasıya rekabet halindeydiler.

Buna karşılık komşu düzlüklerde yaşayan ‘çayır fareleri (Microtus ochrogaster/Praire vole)’, kalabalık aile grupları şeklinde yaşıyor ve sıcak ilişkiler sergiliyorlardı. İlk kez bir araya gelen çiftler, ardışık çiftleşmelerin sergilendiği bir tür balayı deneyimiyle bağlarını güçlendiriyor, sonrasında birlikte yaşamaya devam ediyor ve birbirlerine sadakat gösteriyorlardı. Öyle ki, eşi ölen çayır farelerinin yalnızca %20-30 kadarı (o da daha çok erkekler) yeni bir eş ediniyordu. Erkek ve dişinin yavruya birlikte ve uzun süre şefkat ve ilgiyle baktığı, dişi yiyecek ararken babanın yavruların güvenliğini sağladığı, iş birliği gösterdikleri ‘sıcak aile’ görüntüsüne sahiptiler.

***

İlk bakışta birbirine bu kadar yakın, üstelik akraba iki grubun neden bu denli farklı davranışlar sergilediği sorusunun yanıtı önemli olmalıydı. Yapılan pek çok çalışma, aradaki farkın iki kimyasalla (bu kimyasalların kan seviyeleri ve bu kimyasalların -etki gösterebilmek için- bağlandığı reseptör sayısıyla) ilgili olduğunu gösterdi.

Bu kimyasallar beyinde (hipotalamusta) üretilip (dolaşımla ‘hormon orkestrası şefi’ yakıştırması yapılan) hipofizin arka bölümüne taşınan ve (aralarında yalnız iki aminoasit farkıyla) ‘kardeş’ sayılan oksitosin ve arginin vazopressin (AVP veya kısaca vazopressin veya antidiüretik hormon: ADH) idi.

Çayır farelerinde bu kimyasalların kan seviyeleri ve reseptör sayıları yüksekken, dağ farelerinde düşüktü.

***

Söz konusu kimyasalların farelerden öte; başta memeliler, pek çok başka hayvanda da üretildiği ve oksitosinin yaklaşık 700 milyon yıllık evrimsel geçmişinin olduğu saptandı.

Zaten en eski (yaklaşık 4 milyar yıl öncesine dayanan) -tüm canlıların- ‘ortak atası’ dışında, hiçbir canlı yeniden, sil baştan tasarım ürünü değildir. Tüm türler ‘evrim’ denen ‘tamircinin’ küçük ekleme, çıkarma ve değişimleriyle, birbirinin devamı şeklinde oluşmuştur. Bir bakıma bugün var olan her canlı, soğan kabukları veya ağaç halkaları gibi, -evrimsel- geçmişin bir birikimidir. Bu günümüz insanı için de böyledir: Hepimizin içinde -yalnız maymun değil- fareden sürüngene, balıktan mikroplara kadar pek çok türden miras aldığımız, pek çok özellik vardır.

Evrim sürecinin görece eski dönemlerinde daha çok kalıtım kodlarının (katı) buyruklarıyla yürüyen kimi işlevlerinin, zamanla (kabaca sürüngenlere tekabül eden bir aşamasında), farklı kimyasallar yardımıyla, ayarlanma yetisi kazandığı düşünülüyor. Öyle ki, bu kimyasalların salgılanma derecesi ve etkinlik gösterebilmek için bağlanabilecekleri reseptör sayısı, (tıpkı ışığı artırıp azaltabilen bir reosta gibi) -belirli- işlevleri güçlendirip zayıflatabiliyor.

Elbette farelere konu olan söz ettiğimiz iki kimyasal, insanlarda da vardır ve benzer etkiler gösterir.

 

İki kardeş peptit: Oksitosin ve vazopressin

Kaynağı beyin olan bahse konu kimyasallar, bir yandan -bir hormon olarak-, kan dolaşımıyla taşınarak cinsel organlar ve böbreğe tesir ederken, öte yandan -bir nöromodülatör ve bir nörotransmitter olarak- beyindeki (komşu) bazı merkezlerin işlevini değiştirirler.

Bu kardeş kimyasallar, her iki cinste de (hem erkek, hem de kadınlarda) salgılanmakla birlikte, tesir yönünden kadınlarda oksitosin, erkeklerde vazopressin daha ön plandadır.

Bu kimyasallar (özellikle oksitosin) ile ‘mesafe’ arasında çok sıkı bir bağ vardır. Birine veya birilerine hissedilen yakınlık ve güvenlik derecesi ne kadar fazlaysa; oksitosin ve vazopressin de o ölçüde etkindir.

Rahim ağzı (serviks) ve memenin uyarılmasının da katkısıyla annenin doğum sırasında ve emzirmede salgıladığı oksitosin, ‘yakınlaştırıcı’ bağın en güçlü halidir. Anneyi, bebeğine sevgi ve şefkatle donatır. Ve elbette bebekte de bunun karşılığı vardır.

Benzeri bir etki, coşkulu bir orgazm sırasında da yaşanır. Bu durumda dişi daha çok oksitosin, erkekse vazpopressin üreterek (ödül merkezi üstünden, dopaminin de desteğiyle) birbirine daha çok bağlanır.

Bu kimyasallarla ‘mesafe’ ifadesini özellikle yan yana getirdim. Sanki mesafenin derecesi ile kimyasal düzeyi arasında güçlü bir ilişki var gibidir: Yukarıda saydığım hallerde (doğum, emzirme ve orgazmda) bu bileşikler fazlaca salgılanırken, bir kucaklaşmada biraz daha az salgılanır. Ama olumlu hisler içinde olduğunuz insanlar; hatta stadyumdaki taraftar topluluğu, bir cami cemaati veya bir parti kongresi yahut bir konser salonu bile belki çok daha az ama yine de söz konusu bileşikleri salgılatabilir. 

Yani bu kimyasallar aşkın, sevginin, şefkatin, güvenin yanında sosyalliğin de harcı sayılır. Güven duygusunu destekleyerek kişiler arasındaki bağı güçlendirirler. Belki, “aşkın gözünün kör olması” biraz da temkini elden bıraktıran abartılı güven yüzündendir. 

***

Farelerimize dönelim. Bilim insanları iki fare grubu arasında söz ettiğimiz kimyasal farkını bulmakla yetinmedi. Oksitosini düşük dişi dağ farelerine oksitosin takviyesi yaptıklarında, çayır fareleri gibi davranmaya başladıklarını (eş sadakati ve yavru bakımının arttığını); tersine çayır farelerinin oksitosin reseptörlerini baskıladıklarında -bu kez- onların dağ fareleri gibi davranmaya yöneldiklerini (sadakatlerinin azalıp, yavrularına yeterli ilgi göstermediklerini) saptadılar. Ancak dişi dağ farelerine vazopressin verilmesi ve çayır farelerinin vazopressin reseptörlerinin baskılaması davranışlarını değiştirmedi. Son bulgu, daha önce belirttiğimiz, kadınlardaki oksitosinin -vazopressine göre- daha ön planda olması bilgisiyle uyumludur.

Vazopressin enjeksiyonu oksitosin gibi davranış değiştirmede başarılı olmadıysa da, genlere müdahale ile beynin bazı bölgelerinde (ventral striato pallidumda) vazopressin reseptör sayısının artırılması (bir nebze) işe yaradı. Bu işlemin uygulandığı fareler -romantik tarzda- birbirlerine bağlandılar. Bu da vazopressinde asıl darboğazın reseptör sayısı olduğunu düşündürüyor.

Benzer bulgular koyunlarda da raporlandı: Koyunlar, doğumun hemen ardından (ilk birkaç saatte), -kendisininki veya bir başkasınınki olduğuna bakmaksızın- kendilerine yaklaşan kuzuya ‘bağlanır’. Ama bir sebepten anne ile yavru -bu kritik bağlanma süresinde- ayrı düşerse, anne yavrusunu ‘tanımaz’ ve emzirmeyi reddeder. Deneyimli çiftçiler, böylesi hallerde, koyun dildosuyla vajinalarını uyararak, -oksitosin salgılatır ve- anneyle yavru arasında bağlanmayı sağlarlar. Oksitosin enjeksiyonu da sorunu giderebilmektedir.

Şebeklerde bakire dişilere oksitosin uygulandığında, çevrelerindeki yavrulara şefkatle davranmaya ve onları kollamaya başladıkları görüldü. Araştırmacılara da daha dostane davranmaya başlamışlardı.

***

Oksitosin ve vazopressinle anlatmaya çalıştığım davranışlar arasındaki -tartışma götürmez- güçlü bağa karşın, bu ilişkinin bir sebep mi, yoksa bir sonuç mu olduğu o kadar açık değildir. Sanki hem sebep, hem sonuç olması daha yüksek ihtimalmiş gibi görünüyor.

Bir başka deyişle bu kimyasalların etkinlikleri hem doğuştan belli bir seviyede kurgulanmış oluyor, hem de sonradan olumlu yakınlıklarla etkinlik düzeyi (belli sınırlar içinde) artırılabiliyor.

 

İnsan davranışlarını da etkiliyorlar mı?

İster istemez, akla insanlarda oksitosin ve vazopressin takviyelerinin yapılıp yapılmadığı ve bunların ne sonuç verdiği sorusu geliyor.

Bu bağlamda kritik sorunlardan biri, söz konusu kimyasalların farklı tepkileri için uyarmaları gereken reseptörlerin konumlarıyla (bir başka ifadeyle hormon olarak mı, yoksa nöromodülatör olarak mı tesir edecekleriyle) ilgilidir. Doğumu hızlandırma, rahimdeki kanamaları durdurma gibi uygulamalarda ulaşılması gereken reseptörler rahimde, emzirmeye tesir edenler memededir. Buralara ulaşım, mesela damara zerk (enjeksiyon) şeklinde dolaşım yolundan mümkündür.

Oysa sevgi, şefkat, güven gibi ‘bağlanma’ duygularında reseptörler beyindedir ve ‘kan-beyin bariyeri’ nedeniyle, bu hormonlar beyin dışı zerklerle çevresel dolaşım üstünden (muhtemelen) beyne ulaşamazlar, tesir edebilmeleri için -doğrudan- beyne vermek, en emin yoldur.


Böylesi ‘agressif’ uygulamalar, insanlarda, deney hayvanlarındaki (>farelerdeki) kadar kolay değildir. Bu yüzden, farelerde anlattığımız türden manipülasyonlar, insanlarda yapılamamıştır.

Ancak, burun spreyi şekline getirildiğinde (nazal yoldan) beyne ulaşabildiği iddiasıyla, farklı firmalarca, piyasaya (oksitosin içeren) farklı ürünler sürülmüştür. Ne var ki, bu yolla gerçekte ne kadar etkili oldukları hâlâ tartışılmaktadır. Bu yolla elde edilen veriler de şimdilik sınırlıdır.

***

Memelilerin yapı ve işlev bakımından hayli ortak yönleri olduğunu biliyoruz. İnsan ilaç çalışmalarında kullanılan en gözde hayvanların fareler olmasını da not etmek gerekir.

Demem o ki, farelerdeki bulguların benzerlerinin insanlar için de söz konusu olması yüksek ihtimaldir.

Belki mertebe farkı olabilir: Beyni evrimsel katmanlar şeklinde ele alırsak, insanın beyin kabuğunun orta beynine göre, farelerdekinden çok daha gelişmiş olduğuna kuşku yoktur. Kabaca hormonları orta beyne, bilinci beyin kabuğuna adreslersek; insanlarda davranışlara bilincin -fareye göre- daha fazla müdahil olduğunu söyleyebiliriz. Bu da kuşatıldığımız kültürün ve yetiştirilme tarzımızın, hormonların etkinliğini baskılayabileceği demektir.

***

Tek eşlilik (ve eş sadakati) ile oksitosin ve vazopressin arasındaki ilişki açıktır.

Tek eşliliğin (monogaminin) en yaygın olduğu hayvan grubu kuşlardır. Kuşların %90’ı en azından bir üreme sezonunda (bazısı ömür boyu) tek eşlidir. Oysa (bizim de mensubu olduğumuz) memeliler sınıfının farklı türlerinde tek eşlilik yalnızca %5 kadardır.

Ancak tek eşli kuşlar da, tek eşli memeliler de eşlerini aldatabilmektedir. (Evrimsel perspektifiyle, insanlardaki durumu bir başka yazıda anlatmayı düşünüyorum.)

Erkeklerde vazopressini kopyalayan genin (RS3 334) farklı varyasyonlarının (alellerinin) kadınlarla duygusal bağ kurmayı etkilediği ve bazı varyantlara sahip olanların evlilik ve boşanma sorununu 2 kata varan ölçüde fazla yaşadığı saptandı.

 

Sadede gelirsek…

Sonuçta, beyin kabuğu öncülüğünde bilincimiz, orta beyin öncülüğündeki hormonlarımız üstünde baskı kurmaya çabalasa da, ne kadar baskılanırsa baskılansın, (fareler gibi) bizler de yazıya konu olan kimyasalların tesiri altındayız.

Bazı çıkarımlarla yazımı bitireyim:

  • ·       İnsanlar istenildiği gibi doldurulabilen boş bir beyinle (‘boş sayfa: tabula rasa’ ile) doğmazlar. Davranışlarımızda doğuştan getirdiğimiz ve tümüyle değiştiremeyeceğimiz unsurların da payı vardır. Hormonlar ve nöromodülatörler bu unsurlardan biridir.

    ·         Bazı özveri veya fedakârlıklarımızın ya da bazı etik değerlerimizin gerisinde kimyasallar (onların gerisinde de genler) vardır. Ama bu asla diğerkâmlığın veya etiğin değerini azaltan bir şey değildir!

    ·         Türler arası farklılıklar yanında, her türün kendi popülasyonunda farklı hormonlar ve nöromodülatörler, ‘çan (Gauss) eğrisi’ şeklinde dağılır. Kimyasalların etkinlik potansiyeli kimilerinde az, kimilerinde çoktur. Her ne kadar yazıya konu olan fareler iki farklı tür, buna karşılık tüm insanlar tek bir tür (Homo sapiens) ise de; muhtemelen kimimiz çayır, kimimiz dağ farelerine biraz daha yakınız. Bu yüzden, geçerli kültürün beklentilerini karşılayabilmek için, herkesin (bilinciyle) göstermesi gereken çaba ve enerji aynı değildir!

    ·         Genleri yaymayı sağlayabildiği sürece, doğa, bizim etik bulduğumuz veya bulmadığımız süreçlere aldırmaz! Her iki hali de destekleyebilir.

    ·         İstesek de, istemesek de, kadim geçmişimiz yakamızı bırakmaz. Çok muhtemeldir ki, dağ fareleri ile çayır fareleri ortak atadan türemişken, yazıya konu teşkil eden farklılıklar, çok eski bir tarihte, dağdakilerin (herkese başının çaresine baktıran) kıtlık, çayırdakilerin (kavga gerektirmeyen) bolluk uyarlamasıyla ortaya çıktı.

    ·         Oksitosin ve vazopressin bireyler arası bağlanmada elbette çok önemlidir. Ama bedenimizin işleyişi sandığımızdan çok daha karmaşıktır. Bağlanmada opioidler, endorfinler, serotonin, epinefrin, nor-epinefrin gibi hormonların ve beyindeki ödül merkezinin de payı vardır. Ve elbette maruz kaldığımız çevre, kültür ve yetişme koşullarımız da pay sahibidir.

    ·         Her şeyi tümden değiştiremesek de, genetik buyrukların bile, çevre etkisine açık olması önemli bir fırsattır. Bu oksitosin ve vazopressin için de doğrudur: Bir ölçüde de olsa, olabildiğince ‘mesafemizi’ azaltarak daha sevgi dolu, daha şefkatli, daha güven duyabileceğimiz, daha dingin bir dünya yaratabiliriz. İlla takviye de gerekmiyor. Yapmamız gereken şey, o kadar zor değil: Muhatabımıza göre sevişerek, öpüşerek, kucaklaşarak, sarılarak, birbirimize dokunarak; hiç olmazsa sohbet ederek, selamlaşarak, göz teması kurup gülümseyerek ve de hayvanlarla dostluk kurarak dünyayı daha yaşanır bir yere dönüştürebiliriz.

     


Yorumlar

  1. Demek ki bende yeterince oxitocşn ve vazopressör var-:))

    YanıtlaSil
  2. Ellerinize sağlık. Ne güzel derleyip, toparlayıp harika bir analiz yapmışsınız hocam.

    YanıtlaSil
  3. Vazopressini kopyalayan gendeki mutasyonlar ile boşanma oranı arasındaki ilişki çok ilginç! 2010'ların başında Oxsitosin reseptör genindeki bazı varyasyonları taşıyan kadınların evliliklerinde sorun yaşama olasılığının %50 daha fazla olduğunu okumuştum. Harika bir makale - teşekkürler hocam.

    YanıtlaSil
  4. Müthiş...Çok teşekkür ederim.

    YanıtlaSil
  5. Yine bilimsel verilerle dolu çarpıcı bilgiler... Elinize emeğinize sağlık. Hormonlar önemli rolde ve tabii bolluk kıtlık gibi yaşamsal etkileri olan dönemlerin aktarılan etkileri... Neyseki hayvanlara, ağaçlara ve birbirimize sarılıp kucaklaşmaya devam :)

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Doğrusu onbin adım mı?

B12 vitamini düzeyinin yüksekliğine sevinmeli miyiz? Yoksa…

Erken teşhiste kanser belirteçlerinin değeri