İri Beyin Yalnızca Lütuf Olmayabilir
Canlılarda birim hacimde enerji yönünden şekere kıyasla çok daha az yer kapladığından, ihtiyaç fazlası enerji yağ olarak depolanır. Yağ ayrıca aşırı sıcaklık değişimlerine karşı yalıtım ve olası travmalara karşı yastık işlevi görür. Farklı yaşam koşullarına göre, farklı türlerin bedenlerindeki yağ oranları farklıdır.
Bizden bir tür güve (army cutworm moth), bazı balina
türleri, kutup ayısı, fok gibi daha yağlı organizmalar olmakla birlikte, biz de
görece yağlı bir türüz. -Yeni doğanlarında %3, yetişkinlerinde %6 kadar yağı
olan akrabamız diğer primatlara göre; avcı toplayıcı atalarımızda -yeni doğanda
%15, çocukta %25, erişkin erkekte %10, kadında %20 öngörülen çok yüksek oranlar
dikkat çekicidir.
Bizim görece yağlı bir bedene sahip oluşumuzun temelinde, evrimsel geçmişimizin son 4 milyon yılında (özellikle son 2 milyon yılda) hacmi tamı tamına 3 kat artan beynimiz vardır.
Bedenin -en karmaşık organlarından biri olan- beynimiz
(ve diğer sinir sistemi yapıları) (uykuda bile) sürekli çok fazla enerji harcar.
Öyle ki, istirahatteyken bir günde her bir kilogram için iskelet kası 13 Kalori
harcarken, beynin tükettiği miktar 240 Kaloridir. Beyin yetişkinlerde toplam
vücut ağırlığının kabaca %2’si iken, alınan günlük toplam kalorinin %20’sini
tüketir.
Aslında beynin temel yakıtı şekerdir (glikozdur). Ne var ki,
enerjinin şeker olarak depolanması çok fazla yer kapladığından (karaciğer ve
kaslarımızda) ancak bir gün yetebilecek kadar şeker depolanır. Oysa yağ
depolanmaya çok daha elverişli olduğundan yağ depolarımız (dışarıdan hiç ekstra
kalori almasak bile) haftalarca yetebilir.
Diğer dokuların enerji olarak daha çok yağı kullanması, (depolanamadığından
sınırlı miktardaki) şekerin, ona asıl ihtiyaç duyan- beyne (ve çok şiddetli
hareket hallerinde kaslara) kalmasını sağlar. Bu bakımdan yağ fazlalığı açlık
ve kıtlık ortamları için, bir tür yaşam sigortası gibidir.
Ancak günümüzde bu sigorta bir lütuf olmaktan çıkıp
kâbusumuz haline geldi. Bir bakıma yağlanma yönünden “şah iken şahbaz olduk!”.
İnsanlık tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar aşırı yağlı hale geldik.
Artık dünya nüfusunun yarıdan fazlası ya toplu (overweight) ya da şişmandır
(obez).
***
Beynin yağlanmaya katkısı, onu yakıtsız bırakmama
uyarlamasından ibaret değildir. Belki de çok daha önemli katkısı, -kendimizi
“eşref-i mahlukat (varlıkların en şereflisi)” nitelememize yol açan- üstün
bilişsel yetilerimiz nedeniyledir.
Aslında tüm canlıların en temel sorunu enerji ihtiyacıdır.
Enerji tedarikinde başarısızlık, yaşamın da sonu demektir. Bu yüzden,
gezegenimiz -farklı ekosistemlerde- hemen her canlının hem av, hem avcı
olabildiği sayısız besin zincirlerine sahne olur.
Beynimiz bu kadar iri değilken, biz de pek çok canlı gibi
enerji tedariki konusunda daha çok sıkıntı yaşıyor, açlık ve kıtlıkla karşı
karşıya kalabiliyorduk.
Doğanın böylesi açlık ve kıtlıklara temel önlemi, sahip
olduğu sınırlı enerjiyi verimli kullanabilen, “tutumlu genlere sahip” olanların
sağ kalıp üreyebilmesidir. Genler (rastgele) mutasyonlarla çok yavaş
değiştiğinden, biz hâlâ büyük ölçüde enerji darboğazı yaşayan kadim
atalarımızın bu tutumlu genlerini taşıyoruz.
Beynimize borçlu olduğumuz bilişsel yetilerimiz sayesinde
12 bin yıl kadar önce hayvanları evcilleştirdik ve tarımı keşfettik. Son
birkaç yüzyılda artan bilim ve teknoloji desteğinin de katkısıyla, insanlar
için beslenme bir sorun olmaktan çıktı. Hareket ihtiyacının azalması,
uyku sorunları, kronik stres gibi ek bazı unsurların da katkısıyla başta da
söylediğim gibi kendimizi fazla kilolarla baş başa buluverdik.
Bedeli ağır oldu: Artık insanların çoğu aşırı yağları
zemininde gelişen yüksek tansiyon, şeker hastalığı, kan yağları bozuklukları,
kalp krizi, inme ve kanser gibi hastalıklarla boğuşup hayatlarını bu yüzden
kaybetmektedir.
***
Şimdi sırada, iri beynimizin fazla kilo sorunumuza
-dikkatlerden kaçan- bir başka katkısı var:
İnsan beyninin özellikle son 2 milyon yılda olağanüstü
büyüyüp tam 3 katına çıktığını söylemiştim. Ne var ki, kadınların doğum kanalı
bu hızlı ve aşırı büyümeye yeterince ayak uyduramadı.
Bunun en önemli nedeni, 4 milyon yıl kadar önce dört ayaklılıktan,
iki ayağımızın üstüne dikelip yürümeye başlamamız ve ellerimizin serbestleşmesiydi.
Yürüyebilmek (ve koşabilmek) için, leğen kemiğinin çok fazla genişlememesi
gerekiyordu. Ayrıca leğen kemiğindeki açıklığın çok artışı, karın içi organlara
destek olma işlevini aksatabilirdi.
Evrim problemi başka yollarla çözmeye çalıştı:
- Daha küçük bir alana daha fazla sinir hücresi yerleştirilebilmesi için beynin en dış katmanı (korteks) kıvrımlı bir yapı kazandı.
- İnsan yavruları (özellikle beyin) gelişimlerinin çoğunu, anne karnından çıktıktan sonra tamamlayacak şekilde (diğer hayvanlara kıyasla) erken doğar oldular. Ve tabii ki, bu yüzden yavrular uzun süre bakıma muhtaç hale geldi.
- Doğum sırasında (hormonlar yardımıyla) annenin leğen kemiği eklemlerinin (pubik simfiz ve sakroiliak eklemlerin) az da olsa esneyebilmesi ve aynı zamanda bebeğin kafatası kemiklerinin kaynamayıp bir parça büzülebilmesi dar doğum kanalından geçişe katkı sağladı.
Bu uyarlamalar sorunu bir nebze hafiflettiyse de, tümüyle
çözemedi. İnsanlarda doğum, başka canlılardan çok farklı şekilde; zorlu,
sancılı, uzun ve sıklıkla yardım gerektiren bir süreçtir. Hem anne, hem de bebek için -ölüme varan-
riskler taşır.
***
Gebelik anne, baba ve karındaki yavru üçgenini birbirine
daha sıkı bağlayan, hoş, heyecanlı, aile saadetini pekiştiren bir dönemdir. Lakin,
karın içinde bu ilişkilerin -gözlerden ırakta- pek de göremediğimiz, zaman
zaman şiddetli mücadelelerin yaşandığı bir de karanlık yüzü vardır.
Günümüzün bunca tatlı bolluğunda, kulağa tuhaf gelebilir ama
gerçekte şeker kıt bir kaynak sayılır. Yukarıda söylemiştim: İhtiyaç fazlası
enerji -ister yağ, ister şeker, isterse protein yiyelim- bedenimizde yağ olarak
depolanır. En zayıfımızın bile haftalarca yetecek yağ deposu varken, şeker
deposu ancak bir gün idare edebilir.
Öte yandan şeker yakılması için illa oksijen gerektirmeyen,
zorlu aktivitelerimizin ve daha da önemlisi beynimizin temel enerji kaynağıdır.
Üstelik beyin enerjisini temelde şekerden sağlayan bir şeker oburudur. Hele
hele anne karnındaki yavru bir şeker canavarı sayılır: Enerji ihtiyacının
%80’ni karbonhidratlardan sağlar ve gram başına annenin tükettiğinin iki katından
fazla şeker tüketir.
İşte bu bir tatlı mücadeledir, pardon tatlı için
mücadeledir. Yavrunun ‘bencil’ genleri büyüme telaşıyla, sürekli annesinin
şekerine el koymaya çalışır. Bu konuda cüssesinden beklenmeyecek şekilde hayli beceriklidir:
Annesiyle arasındaki -daha çok kendi kontrolünde olan- plasentayı manipüle
eder. Plasentadan kortizol, plasental laktojen hormon (hPL) gibi hormonların
salgılanmasını teşvik ederek; bir yandan annenin şeker yerine yağ kullanması
için annenin yağ depolarından yağın kana geçişini artırır, bir yandan da
annenin hücrelerine şekerin girişini azaltmak için insülin hormonunun tesirini
azaltır yani annede insülin direncine neden olur. Plasenta annenin insülinin
geçişine elvermediğinden kendisi insülin direncinden etkilenmez. Yavru
gebeliğin 10-12. haftalarından sonra, gayet etkili olan kendi insülinini üretir
ve (hücrelerine şekeri sokabilmek için) onu kullanır. Bebeğin bir başka silahı,
açlık kan şekerinin annesininkinden (yaklaşık 17,3 mg/dL kadar) daha düşük
oluşudur. Seviye farkı şekerin bebeğe akışını kolaylaştırır.
Anne bir ikilemle karşı karşıyadır: Genlerinin yarısını
taşıyan bebeğinin çıkarını elbette kollar, özveriye hazırdır. Ama bebeğin
irileşip tosuncuk doğması, her ikisi için de kötü sonuçlara gebedir. Ayrıca
(beynin temel besini olan) şekere kendisinin de ihtiyacı vardır ve kaynaklarını
(doğmuş ve ileride doğacak) diğer çocuklarını da gözeterek kullanmak
zorundadır. Bu yüzden, o da (kendi ‘bencil’ genleriyle) -yavrusunun hamlelerine
karşı- pankreasından daha fazla insülin üretip, şeker kontrolünü elinde tutmaya
çalışır.
Bebeğin buna yanıtı plasentayı büyütmek ve hormon miktarını
artırmak şeklinde olur. Böylelikle anne ile bebeği arasındaki rekabet birbiri
peşi sıra karşılıklı hamlelerle doğuma kadar süregider.
Babanın bu mücadelenin dışında, ‘sessiz ve tarafsız’
kaldığını düşünüyorsanız, yanılırsınız: Baba (sanırım, tek eşliliğin olmadığı
ve evliliklerin dönemsel olduğu çok eski zamanların bir kalıntısı olarak) tercihini
-genelde- yavrudan yana (onun daha fazla büyümesi yönünde) kullanır. Nasıl
başarır diye merak ediyorsanız, birkaç paragraf beklemeniz gerekecek.
***
Genleri kurulum ve işletim kılavuzlarına benzetiyorum. Ama
kılavuzların varlığı, kurulum ve işletimin nasıl olacağını belirlemeye
yetmiyor. Yapıyı kuran organizma ve malzeme de önemlidir ki, tıp buna ‘gen
ifadesi’ diyor. Yani genler değişmese de gen ifadeleri değişebiliyor; kimi
genler susturulurken, kimilerine güç veriliyor. Bu değişimin en fazla gerçekleştiği
dönemse, bedenin tek bir hücreden bölüne bölüne inşa edildiği anne karnındaki
süredir.
Dolayısıyla, yukarıda söz ettiğim aile içi güç
mücadelelerinin gen ifadelerine yansıması doğaldır. Bunun en tipik örneği,
babanın daha ‘döllenmiş ilk tohum: zigot’ ortada yokken, yavruyu oluşturacak-
spermlerindeki hPL genlerini yavruyu kayıracak şekilde ‘damgalamasıdır’. Hatırlarsanız,
bu hormon aracılığıyla yavru annesinden daha fazla şeker alabiliyordu. Anneyse
karşıt ‘damgalama’ hamlelerini döllenme sonrası yavru oluştuktan sonra
yapabilme imkânına sahiptir.
“Öldürmeyen şey güçlendirir”. Egzersizdeki gibi,
zorlandığınız şeyi güçlendirirsiniz. Anneyle bebek arasındaki -metabolik-
‘bilek güreşi’ -gen ifadesi yeni şekillenen- yavrunun (ve muhtemelen annenin) enerji
verimliliğini iyiden iyiye biler. Paylaşım savaşını kim kazanırsa kazansın,
iri beyni yüzünden her insan yavrusu, evrimin yüzbinlerce yılda biçimlendirdiği
gen tutumluluğuna, anne karnındaki kısa sürede yeni eklemeler yapar. Bu yüzdendir
ki, -neredeyse tüm türleri geride bırakacak şekilde- yağlanmaya fazlaca eğilimli
doğarız.
Anne özellikle kilolu ve bu yüzden insülin direncine zaten
yatkınsa, bu mücadelede yavrunun insülin direncine katkılarının bedeli ‘gebelik
(gestasyonel) şeker hastalığı’ olabilir.
***
Doğrusu, iri beynimizin kiloya katkıları, yazdıklarımın çok ötesindedir: İştahımızı, doymamızı, kilo kontrolünü sağlayan pek çok modülle beynimiz hem aşırı yağlanmamızın, hem de bunu önleyebilmenin ipini elinde tutar. Çok kapsamlı bir konu olduğundan, (daha kapsamlısını bir başka yazıya bırakarak) kısaca değineceğim.
- · Hipotalamus, (leptin, ghrelin gibi hormonların da katkısıyla) iştahın yönünü belirler: Arkuat nükleus bölümü (POMC/CART ile) iştahı azaltırken, lateral hipotalamus kısmı (AGPR/NPY ile) iştahı artırır.
- · İnsular korteks; görme, koklama, tatma gibi besin uyaranlarının duyusal algısıyla hazza giden yolu açar. İnsula aynı zamanda (mikrop ya da zehir gibi) tehdit içeren yiyeceklere karşı iğrenme sağlar.
- · Nukleus akumbens ve (ventral tegmental areadan salgılanan) dopamin yolakları gıdanın bir haz nesnesi ve ödüle dönüştürülmesine neden olur.
- · Amigdala olumsuz duygu durumlarını hafifletmek için (aç olunmamasına rağmen) ‘duygusal yemeye’ aracılık eder.
- · Ventral striatum yeme dürtüsünü teşvik ederken (impulsivite), dorzal striatum onu bir adım ileri taşıyarak -tıkınırcasına yemeye götüren- zorlamalı (kompulsif) safhada devreye girer.
- · Orbital frontal korteks yiyeceklerin dış, ventromedial prefrontal korteks iç sinyallerinin değerlendirilmesini üstlenir.
- · Anterior singulat korteks ve dorzo lateral prefrontal korteks -verdiği kararlarla- yeme dürtü ve davranışlarımızı kontrol eder.
Sonuçta iri beynimiz gerçekten de, çağın belası kronik hastalıklara yataklık yapan aşırı yağlanmanın en büyük sorumlusudur. Ve bu yüzdendir ki bu konuda türümüzün yaratılış özelliklerinin (eski deyişle fıtratımızın) çok ötesine geçtik.
Ama, “Sorunun sebebi olanlar, çözümün parçası
olmaz” deyişine rağmen, iri beynimiz aynı zamanda çok yönlü katkı
sağladığı aşırı yağlanmaya karşı, dürtü kontrol işleviyle çözümün de bir
parçasıdır.
Yorumlar
Yorum Gönder