PROBİYOTİKLER-1: Mikropları ne kadar tanıyoruz?


“Mikroplara ölüm!” yaklaşımından, mikropları gönüllü yutmaya ilginç bir dönüşüm

İnsanlar ekip biçmeye, hayvan yetiştirmeye başlayıp eskisinden çok daha kalabalık topluluklara dönüştükten sonra, toplu ölümler başladı. Kendilerini ve sevdiklerini zamansız bir biçimde, acı vererek hayattan koparan şeyin “mikroplar” olduğunu ancak günümüzden 250-300 yıl önce fark edebildiler.

O tarihten sonra “mikroplara ölüm!” tartışılmaz bir mottoya dönüştü. Büyük ölçüde başarıya da ulaştı: Hijyen tedbirleri, aşılar, serumlar, antibiyotikler sayesinde ölümcül güçlerinden çok şey kaybettiler.

***

Sonraki bilimsel çalışmalar, mikropların hepsinin kötü olmadığını, hatta kötülerin sayısının gerçekte çok az olduğunu ortaya koydu. Çoğu mikrobu zararsız olduğu için fark etmemiştik. Ardından bazılarının çok faydalı olduğunu, kimi mikroplarla kader birliği yaptığımızı ve mikropsuz bir doğal yaşamın düşünülemeyeceğini öğrendik.

Endüstri de işin içine girdi: Faydalı olduğu söylenen “probiyotik” mikropları şişeledi, kutuladı ve pazara sürdü. Şimdilerde onların “şifacı” güçlerinden haberdar olmayan kalmadı. Marketlerin en gözde raflarında yerlerini aldılar.

Yakın zamanlara kadar yok etmek için elimizden geleni ardımıza koymadığımız mikropları hevesle yutmaya başladık. İş sağlıklı birinden alınan bokun, hastalara nakledilmesine ve saygın tıp merkezlerinde “dışkı bankaları” oluşturmaya kadar vardı.

Bu gelişmelerden “kanalizasyon” gözüyle bakılan kalın bağırsaklar da nasibini aldı. Ruh halimizi etkileyen, seçimlerimize yön veren, davranışlarımızı değiştiren “ikinci beyin” olarak görülür oldular.

***

Merakım harekete geçti. “Söylenenlerin ne kadarı doğruydu? Parama kıyıp probiyotik alıp yutmalı mıydım? Alacaksam tercihim ne olmalıydı?

Gastroenterolog ve koruyucu hekimliğe özel ilgisi olan bir doktor olarak konu benim için ayrıca cazipti. Onun üstünde kitap okudum, yüzün üstünde makaleyi inceledim. Benzer merakı duyanlara faydası olur umuduyla bu yazıyı hazırladım.

Aslında uzun yazıları sevmiyorum. Ama biraz da yoğun emeğim, yazılarımı kısa tutma ilkemi çiğnememe neden oldu.

***

Daha geniş bir okur kitlesinin faydalanabilmesi kaygısıyla, olabildiğince tıbbî jargondan uzak durmaya çalıştım. Bu yüzdendir ki, birkaç istisnası dışında, ancak mikroskoplarla görebileceğimiz bakteri, arke, mantar ve protist ile (canlılığı tartışılan) virüslerin hepsini ifade eden “mikrop” ifadesini kullanmayı tercih ettim. Gerçekte, mikrop derken kast edilenlerin çoğu bakterilerdir. Yazımızın baş rol oyuncusunun -vücudumuzdaki tüm mikroplar değil- kalın bağırsağımızdakiler olduğunu da söylemeliyim.

 

Mikroplar, -insan dahil- tüm canlıların atasıdır

Öğrencilik yıllarımda, etrafımızda birbirine hiç benzemeyen sonsuz sayıda varlığın tümünün, hepi topu yüz kadar elementten, onların tümünün de atomlardan oluştuğunu ilk duyduğumda çok şaşırmıştım. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu bilgiyle benim için birçok şey, eski büyüsünü yitirivermişti.

Daha sonra doğadaki binbir türlü canlının hepsinin “hücre” adı verilen sıvı torbacıklarından oluştuğunu ve esas itibariyle farklı canlıların hücrelerinin hem yapı, hem işlev açısından -şaşılacak derecede- benzer olduğunu öğrendim. Ama bu kez tepkim farklıydı: Gerçekten harikulade ve birbirine hiç benzemeyen bunca canlının, benzer hücrelerden oluşması beni büyüledi. Bunun nasıl başarılabildiğini öğrenmeliydim.

***

Mikrop, çiçek, böcek, sıçan, insan… tüm canlı hücreleri; varlıklarını sürdürmelerini, ortak birkaç özelliğe borçludur:
  • ·  Hepsinde “DNA ve gen” adı verilen, (nükleotid baz denen) 4 harfli bir dille yazılmış “kurulum ve işletim kılavuzu” bulunur. Bir tür alın yazısı gibi, her şeyi olmasa da, pek çok şeyi belirler.
  • ·  Hepsi de yaşamlarını sürdürebilmek için ihtiyaç duydukları enerjiyi sağlayabilmek amacıyla zar üstünde elektron sektirir, sonra da -tıpkı bir su değirmenindeki gibi- dökülen protonlarla (ATP sentaz denen) bir tribünü döndürürler. Oluşan enerji tüm canlılarda (ATP denen) ortak bir taşıyıcıya yüklenir.
Tüm canlıların, böylesi bir benzerliğinin anlaşılabilir bir nedeni vardır: Çünkü, gelmiş-geçmiş tüm canlılar, (bilimin LUCA: Last Universal Common Ancestor adını verdiği) tek bir ortak atadan türemiştir. Ancak mikroskoplarla görülebilecek kadar küçük tek bir hücreden ibaret, bu yüzden de “mikrop” olduğu kuşkusuz bu ortak atanın 4 milyar yıl kadar önce meydana geldiği düşünülüyor.

Ortak ata LUCA’dan üreyen mikroplar, -dile kolay- yaklaşık 2 milyar yıl boyunca, gezegenimizin tek sakini olarak yaşamlarını sürdürdüler. Bu gerçekten uzun süreyi hiç de boşa geçirmediler. Çok farklı ortamlara, değişen çevre şartlarına uyum sağlamayı başardılar. Daha doğrusu, -evrimin acımasız dişlileri arasında- uyum sağlayamayanlar sonsuza dek yok olup giderken, bunu becerebilenler sağ kalıp çoğaldı ve yaşam oyununu sahnelemeyi sürdürdüler.

Bu arada -av ve avcı rolünde- savaşarak veya tersine iş birliği yaparak birlikte yaşamayı da öğrendiler. İş birliği başlarda daha çok koloniler şeklinde bir araya gelerek yapılıyordu. Sonraları çok sayıda mikrop, aralarında iş bölümü yaparak bir araya gelmeyi başardı. Artık yer yüzünün “çok hücreli”, çok daha iri yeni sakinleri vardı. Dünyamız, farklı becerilere sahip olsalar da, görünümleri birbirine benzeyen -gösterişsiz- mikroplar yanında, -özellikle son 500 milyon yılda- görünümleri birbirinden çok farklı, usta bir sanatkârın elinden çıktığı izlenimi veren; mantar, bitki ve hayvanla çok renkli bir yere dönüştü.

Uzun lafın kısası, biz insanlar da dahil, tüm canlıların atası bir mikroptur.

Mikroplar ilkel değil, mükemmeldir!

“Hastalık ve ölüme neden olan pis varlıklar” şeklindeki kötü şöhretleri bir yana, mikropların en ilkel canlılar olduğunu düşünürüz. Ne de olsa; insanlığın gelişmişlik kıstası sanat, bilim, teknoloji ya da felsefedir. Oysa tabiat ananın başarı ölçüsü farklıdır: Her zorluğun üstesinden gelip kurulum ve işletim şifrelerini (yani genleri), zamanlar ve mekânların ötesine taşıyabilmektir.

O gözle, mikroplar ilkel değil, mükemmeldir. Başarılarını tartışmaya yer bırakmayacak şekilde kanıtlamışlardır. Bugüne değin -dinozorlar gibi haşmetli- sayısız tür yok olup giderken, mikroplar 4 milyar yıldır her felaketi göğüsleyebildiler. Yayılım hünerleri, gezegeni istila eden biz insanları dahi geride bıraktı. Onları göremesek de, -dondurucu soğuktan kavurucu sıcağa, magmadan atmosfere kadar- her yerdeler.  

Doğanın gözünden başarıya giden yolun ilk koşulu çeşitliliktir (varyasyon). Mikroplar -besin buldukları sürece- her 20-60 dakikada bir nüfuslarını ikiye katlar. Her üreme, kurulum ve yazılım kılavuzunda daha fazla yazım hatası ihtimali (mutasyon) yani çeşitlilik demektir. Bir kuşakta ne kadar çok farklı birey varsa, -öbürküler yok olup giderken- değişen ortam koşullarına uyabilen (adaptasyon sağlayan) birilerinin bulunup sağ kalması ve üremesi ihtimali de o kadar yüksektir (doğal seleksiyon). Bu sebeple, 4 milyar yıldır çok hızla üreyen mikroplar evrimin en deneyimli ve en muzaffer üyeleridir.

Ne bitki, ne de hayvanlar, mikropların tür sayısı ve çeşitliliğiyle boy ölçüşebilir. Bu çeşitlilik genlerine, o genlerin ürettikleri ara ve son ürünlere (metabolitlere) ve de işlevlerine yansır. Bu mikrop dünyasında inanılmaz bir beceri havuzunun varlığı demektir.

Canlılığın en temel iki olayından bitkilerdeki fotosentezin de, hayvanlardaki hücre solunumunun da kaynağı mikroplardır. Her ikisini de, bu yeteneklerini (-farklı bakış açılarına göre- esir düştükleri veya birlikte yaşamayı öğrendikleri) bir başka mikropla paylaşan becerikli mikroplara (kloroplastlar ve mitokondrilere) borçluyuz.

Mikroplar, bitkiler ve hayvanlar gibi seks yapmazlar ama kendilerindeki işe yarar yazılım bilgilerini yani genleri, ihtiyaç duyanlarla paylaşmakta tereddüt etmezler (yanal gen transferi). Üstelik bir takas pazarıymışçasına, bağırsaktaki mikrop izdihamı, bu transferin -başka ortamdakilerden- 25 kat daha fazla olmasını sağlar.

Onlar -ordu düzeninden farklı olarak- her zorluğa tek başlarına göğüs gerebilen gerillalar gibidir. Tek bir hücreden ibaret olduklarından, çok hücreli bir organizmanın birçok mensubu vasıtasıyla yaptıklarını (yeme-içme, enerji üretme, atıkları uzaklaştırma, üreme…) bir başlarına yapmak zorundadırlar ve bunu başarırlar.

Devam edecek. Bir sonraki bölüm: PROBİYOTİKLER-2: Bağırsak florası nasıl oluşur?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

B12 vitamini düzeyinin yüksekliğine sevinmeli miyiz? Yoksa…

Anneler ve Çocukları

Bağışıklığı Güçlendirmek-1: Kısaca Bağışıklık Sistemi