PROBİYOTİKLER-2: Bağırsak florası nasıl oluşur?
İkiyüz milyon yıllık
bir dostluk
Genelde pek fark etmeyiz ama belirli bir ortamı paylaşan
farklı canlıların birbirleri arasında ve yaşadıkları çevreyle, geçmişten
süzülüp gelen hassas bir denge vardır (ekosistem). Bazen ortamdan lüzumsuzmuş
gibi görünen tek bir unsurun kaybı dahi, -zincirleme- ölümcül sonuçlara yol
açabilir.
Yaşama alanı, besin, su kaynağı, eş, barınma yeri gibi
belirli amaçlar için kimi canlılar, -bazen ölümleri pahasına- birbiriyle
rekabet ederken; kimileri de iş birliği yaparak istediklerini almaya çalışır.
Bazı iş birlikleri öylesine sıkıdır ki, olmazsa olmazdır.
İnsan türü olarak bizim de içinde bulunduğumuz memelilerle
mikroplar arasındaki ilişki böyledir. Bir tür kader birliğidir: İlk memeliler;
küçük cüsseli, hızlı hareket eden ve böceklerle beslenen etçillerdi. Ama et kıt
ve erişimi zor bir besindi. Oysa bitkiler yeryüzünü baştan aşağı kaplamış ve en
bol bulunan besin kaynağı haline gelmişti. Ne var ki, memelilerin çoğu bitkilerdeki
karmaşık karbonhidratları sindiremediğinden, bu bolluktan yeterince
faydalanamıyordu. İmdada, onları sindirme yeteneğine sahip mikroplar yetişti.
Memeliler sindirim kanalında bu becerikli mikropları ağırlayacak, mikroplar da
hem kendileri, hem kendilerine ev sahipliği yapan (konakçı) memeliler için
hazmı zor bitki unsurlarını sindireceklerdi.
Bu dayanışma sayesinde çoğu memeli menüsüne, az veya çok
bitkileri ekledi; bazısı hepçil olurken, bazısı tümden otçul hale geldi.
İnek, koyun, geyik, deve gibi bazı otçullar; sindirim
kanalının başlarında meydana getirdikleri -işkembe gibi- devasa yemek
salonlarında önce mikroplarını otla besleyip sonra da semirttikleri mikroplarla
kendilerine ziyafet çekme becerisi kazandılar.
Domuz, tavşan, at, gergedan gibi bazısıysa yedikleri
bitkilerden sindirebildiklerini sindirip, sindiremedikleri artıkları, -hem
mikroplar, hem kendileri için sindirmeleri beklentisiyle- sindirim kanalının
sonunda bekleşen mikroplara bıraktılar. Başlıca gıdası bitkiler olan diğer
primatlar gibi, insan da bu ikinci gruptadır.
***
Demem o ki, bağırsak mikroplarıyla insanın kader birliği
memelilerin ortaya çıktığı yaklaşık 200 milyon yıl öncesine kadar gider.
Kuşkusuz bu dinamik bir ilişkidir. Nasıl ki bir ırmak, kaynağından döküldüğü
yere kadar pek çok değişikliğe uğrarsa, insanla mikroplarının ilişkisi de zaman
içinde birtakım değişiklikler geçirmiştir.
İnsanların 6-7 milyon yıl önce meyve ağaçlarından inip
savanada dolaşmaya ve daha hepçil bir beslenmeye geçişi, çok daha sonra ateşi
bulup yemeklerini pişirmeye başlamaları; on bin yıl kadar önce başlayan
çiftçilik ve hayvancılık ile bunların bir uzantısı olarak kalabalıklaşmaları ve
beslenmelerinin değişmesi; ardından 250 yıl kadar önce başlayan sanayi dönemiyle
kırlardan taş ve betona geçiş, kalabalıkların daha da büyümesi ve çok daha
fazla kimyasala maruz kalma muhakkak ki, mikroplara da yansıması beklenen değişimlerdir.
Bunlara daha yakın zamanlarda hijyen takıntısının had safhaya varmasını, bol
kalorili yiyecek ve içeceklere yönelimi, besinlerin fazlaca işlenmesi ve
lifsizleştirilmesini, besin olarak tüketilen bitki ve hayvanların
genetikleriyle oynanmasını, katkı maddeleri ve antibiyotik kullanımının artışını
ekleyebiliriz.
***
Zamanın akışı içinde birtakım değişiklikler olsa da,
insanlarla bağırsak mikroplarının ilişkisi, “geçiyorken uğradım” şeklinde,
tesadüfî bir ilişki değildir. Taraflar birbirlerini karşılıklı seçmiş ve uyum
sağlamışlardır.
Ancak bazı mikroplar insan türünün bağırsaklarında
yaşayabilir ve insan da ancak belli mikroplara yaşama fırsatı sunabilir. Çalışmalar,
insanlarda mikrop örüntüsünde genetiğin payının %40 gibi, hayli yüksek bir oran
olduğunu göstermiştir.
Bu sebeplerledir ki, tanımlanmış onlarca bakteri şubesinden
(“phyla”) pek azı insanların bağırsaklarında yaşar: Bunlardan ikisi (Firmicutes
ve Bacteroides) hâkim durumdadır. Bu ikiliye eklenen 4 şube (Actinobacteria,
Proteobacateria, Fusobacteria, Verrucomicrobia) toplamın %90’nı oluşturur.
Mikroplarımızın temel kaynağı uzak ve yakın atalarımızdır (dikey
geçiş). Floramızdaki mikropların gen dizilimlerindeki yazım hatalarına
(mutasyonlara) bakılarak (moleküler saat), bizden önceki kuşakların izi sürülüp
göç geçmişi aydınlatılabilmekte, genetik akrabalıklar saptanabilmektedir.
ABD’de beyaz, sarı ve siyah ırk kadınlarının vajen floralarının farklı
saptanmış olması ilginçtir.
Ama zaman ırmağının vasıl olduğu günümüzde de değişim sürüp
gider. Ortamda olmayan bir mikrop çeşidini edinme şansımız yoktur. Bu yüzden ataların
mikrop mirasına, yaşadığımız coğrafya da tesir eder. Söz gelimi Japonlar -başka
topluluklardan farklı olarak- su yosununu parçalayabilen bir bakteriye sahiptir.
Bağırsak mikroplarının
çoğunu annelerimiz verir
Geçmiş zamanın izini sürmeyi bırakıp günümüze geldiğimizde,
-rahatlıkla- bir bireyin bağırsak mikroplarını büyük ölçüde annesinin
belirlediğini söyleyebiliriz. Bağırsak çiftliğimizde yaşayacak canlıları, büyük
ölçüde annelerin verdikleri şekillendirir.
***
Genelde bebeklerin anne karnında mikropsuz olduğu ve ilk
mikroplarıyla -normal- doğum sırasında annenin vajeninden geçerken tanıştıkları
kabul edilir. Geçiş sırasında mikroplar bebeğin bedenine sıvanır; ağzından-burnundan
sindirim kanalına yol alır.
Aslında anne gebeliğin son günlerinde, doğuma yakın,
kendisini bu mikrop aktarımına hazırlar: Vajeninde, bebeğin anne sütünü daha
iyi sindirmesini sağlayacak -laktobasil türü- mikroplar çok daha fazla çoğalır.
Mikropsuz farelere gebelerin dışkısı nakledildiğinde, gebe olmayanların dışkı
nakillerine kıyasla, farelerin daha fazla kilo aldıkları belirlenmiştir.
Sezaryenle doğum, annenin bu hazırlığını boşa çıkarır. Bu
durumda bebeğe ilk mikroplarını, annenin cildi, doğumu yaptıranların elleri ve
doğum yapılan ortam verecektir. Amerika Bağırsak Projesi doktorlarından Rob
Knight, -sezaryenin olası olumsuzluklarını bertaraf edebilme umuduyla- eşinin
vajen sürüntüsünün yeni doğan bebeğine sıvanması (vajinal inokülasyon) uygulamasının
öncüsü oldu.
İster normal, ister sezaryenle doğsun; bebeğin kalın
bağırsakları -işgal edilmeyi bekleyen- bakir araziler gibidir. İlk işgalcileri,
bebeği kuşatan -çevrenin, bakıcıların, sevip okşayanların…- mikropları izler.
Bir çalışmada anne ve bebeğin bağırsak floralarının
karşılaştırılması; vajinal yolla doğumda %72, sezaryenle doğumda %41 benzerlik
göstermiştir. Mikrop çeşitliliği de sezaryenle doğumda, normal doğuma göre daha
azdır. Çok muhtemeldir ki, bu farklar yüzünden; değişik araştırmalarda sezaryenle dünyaya gelmiş olanlarda, vajinal yolla
doğmuş olanlara göre çocuklukta ve ileri yaşlarda -astım, rinit, dermatit, jüvenil
artrit, iltihaplı bağırsak hastalığı, besin alerjisi gibi- alerjik
hastalıkların; şişmanlığın, tip 1 şeker hastalığının ve bakteriyel
enfeksiyonların daha sık görüldüğü bildirilmiştir.
***
Bazı araştırmalar, bebeğin
mikropla ilk tanışıklığının vajenden çok daha önceleri gerçekleştiği
iddiasındadır. Farklı çalışmalarda gebelerin amniyon sıvısı ve
plasentasında, göbek kordonu kanında ve yeni doğanın ilk dışkısında (mekonyum)
mikrop saptandığı yayımlanmıştır. Ama şimdilik bu iddialar genel kabul
görmemektedir.
***
Anne, yalnız doğururken
değil, emzirirken de bebeğin mikroplarının temelini atmayı sürdürür. Bazısına
göre anne sütü de mikrop içerir. Ama bu doğru olmasa dahi, anne memebaşından
pek çok mikrobunu yavrusuna aktarır.
Annenin sütünde normalde
bebeğin sindiremeyeceği (oligosakkrit yapısında) gıda unsurları vardır. Sırları
tam olarak aydınlatılamadıysa da, bu unsurların beyin gelişiminde paylarının
olduğu, enfeksiyonlara karşı koruma sağladıkları iddia edilmiştir. Söz konusu
unsurların ancak -Bifidobakteri denen- özel mikroplar yardımıyla sindirilebildiği,
bu mikropların da meme başından bebeğe geçtiği düşünülmektedir.
Emzirilmeyip mamayla
beslenenlerde, emzirilenlere göre -mide bağırsak, solunum yolu gibi- bebeklik
hastalıklarının, çocuklukta şişmanlık ve lösemi, erişkinlikte şeker hastalığı
ve kalp ve damar hastalığı riskinin arttığı saptanmıştır.
Bebeklerin kirlenmesi güzelmiş
Araştırmalar bir kişinin ömür
boyu sahip olacağı bağırsak mikrop florasının, yani mikrop bahçemizdeki mikrop
çeşit ve oranlarının, yaşamın ilk 2-3 yılında belirlendiğini, daha sonra da
-küçük sapmalar dışında- çok değişmediğini gösteriyor.
Yine bir kişi bu bahçede ne
kadar fazla çeşitten mikroba sahipse, kişinin o ölçüde sağlıklı olduğuna
ilişkin de çok sağlam kanıtlar var. Böylesi bir çeşitliliği ise, doğum
sırasında ve emzirirken annelerimizden aldıklarımıza, çevreden aldıklarımızı
ekleyerek ulaşabiliriz. Bir önceki paragraftan, bunun da yaşamın ilk 2-3 yılında
gerçekleşmesi gerektiğini anlıyoruz.
Yazının en başında da
söylediğim gibi, insanların mikroplarla ilk tanışması, içlerinden en
kötüleriyle oldu. Bu kötü algı hâlâ çok değişmedi. Çoğu insanın mikrop
denince aklına gelen şey; insanı paçavraya çeviren grip, pek çok âşığın
sevgilisine kavuşmasını engelleyen verem, yol açtığı salgınlarla yakaladığını
bir günde ölüme götürebilen kolera, kudurtarak can alan kuduz, sevimsiz
kasılmalarla son bulan tetanoz, Avrupa’yı kasıp kavuran veba,
Kızılderililerinin kökünü kazıyan çiçek,
hazzın bedelini çok ağır ödeten AİDS, orduları savaşmadan yenilgiye uğratan
tifüs, kitlesel ölümlere imza atan sıtma, görüntüsüyle yürek paralayan cüzzam,
bebekleri boğarak öldüren difteri ve daha niceleridir.
Bu yüzdendir ki, toplumdaki yaygın kanaatin bir uzantısı olarak,
anne ve babalar, sevgili yavrularını bu “sevimsiz” yaratıklardan uzak tutmak
için yoğun bir biçimde çabalar.
Günümüz tıbbı, artık “mikropsuz ortam” çabalarına kuşkuyla
yaklaşıyor. Çoğu mikrobun zararsız olduğunu, bazı mikroplara ihtiyacımız olduğunu
ve bağırsak mikrop çeşitliliğinin daha iyi sağlık demek olduğunu öğrendik.
Artık yaşamın ilk 2-3 yılında hijyen takıntısının o kadar da iyi olmadığı, yaşamın
ilk yıllarında çeşitli mikrop ve parazitlerle tanışmanın, bağışıklık sistemine
tolerans sağlayıp -astma, alerjik rinit, atopik dermatit gibi- alerjik
hastalıkları önlediği (“hijyen hipotezi”), makul ölçülerde “kirlenmenin güzel
olduğu” iddiaları fazlaca taraftar bulmaya başladı.
Araştırmalar kırsal bölgede (bağda bahçede) yaşayanların,
kalabalık ailelerin çocuklarının, oyun arkadaşı sayısı fazlaların, kedi ve
özellikle de köpek gibi evcil hayvan besleyenlerin -başta çeşitlilik olmak
üzere- daha sağlıklı bir mikrop profiline sahip olduğunu ortaya koydu.
Emziği bebeğe vermeden önce ağzında temizleyen annelerin
bebeklerinin, emziği adeta steril hale getirdikten sonra veren annelerin bebeklerine
göre çok daha az alerjik bulunması dikkate değerdir.
Prebiyotikle
beslenmeyen probiyotikten hayır gelmez!
Her canlı gibi bağırsaklarımızda yaşayan mikropların da
enerji ve yapı malzemelerine yani beslenmeye ihtiyacı vardır. Bizi onlara,
onları bize mahkûm kılanın, temelde bizim sindiremediğimiz -karbonhidrat
yapısındaki- bitkisel unsurlar ya da kabaca lifler olduğunu belirtmiştim.
Artık yaşamın başlarında olabildiğince çeşitlilik gösteren
sağlıklı bir bağırsak florası edinmenin (mikrop bahçemizde çok çeşitli türler
beslemenin) önemli olduğunu biliyoruz. Ama -sağlığımıza katkıları için- ayrıca
bir yaşam boyu onlara gerekli özeni gösterip beslemek zorundayız.
Bağırsaklarımızda yalnız lifleri değil, yağ ve proteinleri
sindirebilen mikroplar da bulunur. Bir bakıma, bahçemizde ne kadar farklı türü
besleyeceğimiz ve hangilerinin daha fazla üremesine fırsat vereceğimiz; onları
nelerle beslediğimize bağlıdır. Kökü milyonlarca yıl öncesine dayanan
-evrimsel- insan-mikrop ortaklığının ve bir bakıma karşılıklı taahhüdün
sindirilemeyen bitkisel unsurlar olduğunu ve böylesi bir seçimin iki tarafın da
çıkarına olduğunu bir kez daha vurgulamak istiyorum.
Daha da ötesi, çoğu bitkisever mikrobun da farklı bitki
tercih ve ihtiyaçları vardır. Tükettiğimiz bitkilerin çeşitliliği,
mikroplarımızın da çeşitliliğini destekler. Kadim atalarımızın bizden katbekat
fazla bitki çeşidiyle beslendiği düşünülmektedir.
Araştırmalar -sağlıklı bir floranın özelliği olan- mikrop
çeşitliliğinin -memeliler arasında- en fazla otçullarda, en az etçillerde
olduğunu, hepçillerin bu ikisi arasında olduğunu gösterdi.
İhtiyacı karşılanmayan veya sindiremeyeceği besin
unsurlarına mahkûm edilen mikroplar ya yok olur ya da -en azından- değişime
uğrar: Girdileri karşılanmayan bir mikrop, artık yerine getiremeyeceği işleve
ait genleri inaktif hale getirir (gen ifade değişikliği: epigenetik) veya artık
işlevsiz hale gelen geni dışarı atarak -gereksizleşen genin- külfetinden
kurtulur. İşin kötüsü, her iki değişimin de sonraki kuşaklara aktarılması ve
muhtemel bir faydadan mahrum kalmaktır.
Kısacası; faydalı bağırsak mikroplarını besleyen gıdalara yani
“prebiyotiklere” ihtiyaç vardır ve probiyotikler ile prebiyotikler birbirini
tamamlayan -ayrılmaz- bir bütündür. (Faydalı bakterilerin -o ile-
probiyotik, bu bakterileri teşvik eden gıdaların -e ile- prebiyotik şeklinde
adlandırıldığına dikkatinizi çekerim.)
***
İnsanın sindiremeyip mikroplara bıraktığı lifler geniş bir
ailedir. Mikroplar her lifi tüketmez veya tüketemez. Lifin prebiyotik değeri
kazanması için, -mikrop tarafından- mayalanabilmesi (fermante olabilmesi)
gerekir. Yani her lif prebiyotik değildir. Suda çözünebilen lifler ile
“dayanıklı” nişasta mayalanabilir. Oysa suda çözünemeyen lifler
mayalanamadığından mikroplar tarafından kullanılmaz (prebiyotik değildir) ama
onlar da çok faydalıdır. (Farklı gıdalarda suda çözünen ve çözünemeyen lif
miktarları ve lifin faydaları için “http://drpozitif.com/diyet.aspx/diyet-lifler”
bağlantısına bakabilirsiniz.)
Suda çözünebilen lif çeşitlerinden inülin soğan, sarımsak,
pırasa, enginar, kuşkonmaz, hindiba kökü ve muzda; pektin elma, armut, erik ve
turunçgillerde; rafinoz fasulye, lahana, Brüksel lahanası ve brokolide; beta
glukan arpa ve yulaf rüşeymi ile mantar ve -yosun gibi- deniz bitkilerinde
boldur.
Dirençli nişasta, farklı sebeplerle sindirilemediğinden
kalın bağırsağa ulaşan ve mikroplar tarafından sindirilen nişastadır. Tahıl,
bakliyat ve tohumlarda lifli duvar sindirimi engelleyebilir. Pişirilip
soğutulunca, patates ve pirinçteki nişastanın bir bölümü dirençli hale geçer.
Son yıllarda, -saydığımız- doğal prebiyotikler yanında, gıda
endüstrisi sentetik prebiyotikler üretmeye başladı. Bu çabalar, belirli probiyotiklerle,
onlarla daha iyi uyum göstereceği düşünülen -doğal veya sentetik-
prebiyotiklerin yan yana getirildiği ürünler (“sinbiyotik ya da eşbiyotik”) ile
daha da ileri taşındı.
***
Prebiyotiklerin tek yararı faydalı mikropları beslemeleri
değildir. Ya faydalı mikroplar üstünden ya da doğrudan sağlığı çok yönlü olumlu
etkilerler: Kalsiyum, emilimini iyileştirirler. Doygunluğa katkı sağlarlar.
Bağışıklık sistemini ve bağırsak bariyerini desteklerler. Dışkılamayı -ishal ve
kabızlık sapmalarını azaltacak şekilde- iyileştirir; hassas bağırsak sendromu
belirtilerini hafifletirler. İnsülin direncini azaltır, kan şekeri kontrolünü
ve kan yağları seviyesini olumlu etkilerler. Alerji riskini azaltırlar. Protein
mayalanmasını azaltarak potansiyel zararlı bileşiklerin oluşma riskini düşürürler.
Bağırsak florası
hacıyatmaz gibidir, nadiren yıkılır
Yakın ve uzak atalarımızdan annemize, annemizden ve bizi
kuşatan ortamdan bize geçen, yediklerimizle desteklediğimiz mikrop toplulukları
2-3 yaşlarında istikrar kazanır. Bu bireye özgü, -mikrop çeşit ve oranları
bakımından- bir başkasınınkine benzemeyen bir mikrop örüntüsüdür. Üstelik ömür
boyu kolay kolay da değişmez. Bu özellikleri nedeniyle bir tür parmak izi
gibidir.
Değişmezliğin en temel sebebi, yaşamın başlarında bakir
bağırsak bölgelerine tutunmayı başaran ilk yerleşimcilerin adeta bölgelerini
tapulamaları, -ömürleri kısa olsa da- mülkiyet miraslarını kendinden sonraki
kuşaklara devretmeleri ve bölgelerine göz diken yabancı istilacılara kolay
kolay fırsat vermemeleridir.
Ayrıca istikrar kazanıp bağırsağın sakini olabilmiş bir
mikrop bedenin de onayını almış, bir tür anahtar-kilit uyumu sağlayabilmiş
demektir.
***
Parmak iziymişçesine ömür boyu süren istikrar, bağırsak
mikrop örüntüsünün hiçbir şeyden etkilenmediği anlamına gelmez. Tam tersine an
be an değişebilen, sürekli küçük oynamalar gösteren, -ama genel istikrarını
koruyabilen- çok dinamik bir mikrop örüntüsü vardır. Dahası pek çok şey daha da
ciddi sapmalara neden olup söz konusu istikrarı tehdit eder.
Ama bağırsağın sakinleri, dalgalansalar, hatta sarsılsalar
da, -her zaman olmasa da- genellikle -bir hacıyatmaz gibi- -eski-
istikrarlarını yeniden kazanır. Bunu nadiren başaramazlar.
Şimdi
nelerin salınma ve sapmaya neden olabileceğine bakalım:
- · Yediğimiz her şey ve her açlık ya da sindirim kanalındaki -salgılar, hareketler gibi- işlev değişiklikleri; günün farklı saatlerinde mikroplarda da bir değişim dalgasına neden olur (diürnal ritim).
- · Son dönemde yapılan bazı çalışmalar, egzersizin de mikrop kompozisyonunu etkileyebildiğini, kısa zincirli yağ asidi (>bütirat) üretimini artırabildiğini ve tersine, sağlıklı bir floranın antioksidanlar üstünden egzersiz performansını iyileştirebildiğini gösterdi.
- · Antibiyotikler, bağırsak mikroplarının baş belası sayılır. Çünkü antibiyotikler, mikropları öldürmek veya üremelerini önlemek için tasarlanmışlardır. Derecesi (>spektrumu) antibiyotikten antibiyotiğe değişse de, antibiyotikler genelde yalnız bizi hasta eden mikrobu değil, yanı sıra başka pek çok başka -faydalı- mikrobu da öldürür veya işlevsiz hale getirir. Özellikle bebeğin ve -gebeliğin sonlarında- annenin antibiyotik alması, muhtemel zararların kalıcı olmasına neden olabilir.
- · Çeşitli sebeplerle yapılan boşaltıcı lavmanlar, bağırsak boşluğundaki (lümen) mikropları vücuttan uzaklaştırır. Ama bağırsağı sıvayan sümüksü katmandakiler daha az zarar görür. Kimilerine göre, -apandisit ameliyatlarıyla çıkarılan- kalın bağırsağın başlarındaki solucansı uzantı (apendiks), mikroplar için bir tür tohum bankası işlevi üstlenir.
- · Antibiyotikler kadar olmasa da bazı ilaçlar, çeşitli kimyasallar, gıdalardaki böcek öldürücü (ensektisit) kalıntıları ve sigara; mikropları, mikroplar da onları etkileyebilir.
- · Kronik stres; daha çok sindirim kanalında yol açtığı değişiklikler, kısmen de doğrudan mikroplara tesirle -başta laktobasiller olmak üzere- faydalı mikropları azaltır; zararlı mikroplar ve onların neden olabileceği enfeksiyonlar için fırsat yaratır. Bu bağlamda, annenin strese maruz kalması, -en başta vajinal floranın olumsuz etkilenmesi olmak üzere, farklı mekanizmalarla- doğacak yavrunun florasının zayıf kalmasına sebep olabilir.
- · Sindirim kanalını etkileyebilen farklı hastalıklar; tutundukları bağırsak duvarı, duvarı sıvayan sümüksü katman, ortamın asitlik derecesi, savunma direnci gibi çeşitli unsurları etkileyerek florayı değiştirebilir. Bazı zararlı (patojen) mikroplar, vücut ve bağırsak mikroplarının direncini alt etmeyi başarabilir.
- · Yaşlılıkta; bağırsak hareketlerinde azalma, bağışıklık sisteminin göreli zafiyeti, çeşitli sebeplerle ortaya çıkan beslenme bozuklukları, farklı işlevlerdeki gerileme gibi sebepler; bağırsak florasında -çeşitlilikte azalma ve oransal değişimler şeklinde- anlamlı sapmalar yaratabilir.
Devam edecek. Bir sonraki bölüm: PROBİYOTİKLER-3: Mikroplara barınak olan bağırsaklar
Önceki bölüm: PROBİYOTİKLER-1: Mikropları ne kadar tanıyoruz?
Yorumlar
Yorum Gönder