Eyvah Saçlarım! 3-Saçlar da yaşlanır
Saçlarımızı aşındıran tek unsur hormonlar
(>androjenler) değildir. Genel olarak
vücudumuzu aşındıran (bir başka deyişle yaşlılığa yol açan) pek çok şeyden
saçlar da payını alır. Yani yaşlılık dediğimiz süreç bir şekilde saçlara da
yansıyacaktır.
Odağım yaşa olduğundan, (uçsuz bucaksız bir konu olan)
yaşlılığa kısaca değinmek istiyorum.
Her canlı gibi, bizim için de enerji ‘olmazsa olmaz’ en
temel ihtiyaçtır. Her bir yaşam aktivitemiz için enerji zorunludur.
İhtiyaç duyduğumuz enerjinin çoğunu, aldığımız gıdaları hücrelerimizdeki
yüzlerce ‘mitokondri’ fırınında, oksijenle- (yangın çıkarmadan) usul usul
yakarak sağlarız. Ancak, tüm önlemlere rağmen, mitokondri fırınlarından ‘serbest
radikal’ dediğimiz ‘kıvılcımlar’ etrafa sıçrar ve zarar verir.
Kıvılcımlar, büyük bir yangına yol açmayıp ‘cürmü kadar yer
yaksalar’ da, düştükleri yerde hasar yaratırlar. Ayrıca kıvılcımların
düştükleri yerden, yeni kıvılcımlarla, birbiri peşi sıra (zincirleme)
sıçramalarla hasarın büyüme riski vardır. Sonuçta kıvılcımlar (yani serbest radikaller)
en başta fırının kendisine (yani mitokondriye) ve çevresindeki hücrenin diğer
kısımlarına ufak ufak zarar verir. Canlılığın şifrelerini taşıyan genlerin zarlarla
kuşatılarak koruma altına alındığı ‘hücre çekirdeği’ içindeki DNA’larımız bile
bu sıçramalardan tümüyle kaçamaz. Bu yüzden kodlamalar sırasındaki yazım
hataları (mutasyon) riski artar. Mutasyon riskinin artışı hem yapı, hem
işlevlerde bozukluklara neden olur.
Neyse ki, evrim, bedenimizi bu yoğun kıvılcımları söndürecek
‘antioksidanlar’ ile donatmıştır. Daha çok bedenimizin ürettiği, kısmen de besinlerle
aldığımız antioksidanlar sayesinde, kıvılcımların hasarını büyük ölçüde
önleyebiliriz. Ayrıca DNA’mızdaki yazım hatalarını düzeltecek mekanizmalara da
sahibiz.
Sonuçta, serbest radikallerle antioksidanlar (ve
mutasyonlarla DNA onarım mekanizmaları) arasında ömür boyu süregiden bir bilek
güreşi vardır.
Zaman zaman, az veya çok, denge hasarlayıcı serbest
radikaller lehine bozulur. Bu durum ‘oksidatif stres’ olarak adlandırılır.
Aşağıda kısaca değineceğim, bazı haller, oksidatif stres
riskini artırır.
Doğumdan başlayarak, yaşamımızda geçirdiğimiz her günün bu
riski artırması kaçınılmazdır. Üstelik bu riskin her bir gerçekleşmesinde,
(bozulanın yeni bozulmaları teşviki yüzünden) risk daha da büyür. İşte, belli
bir yaştan sonra hasar kartopunun adeta bir çığa dönüşmesine ‘yaşlanma’
diyoruz.
Bir bakıma aldığımız her nefes (mitokondrilerimizde
kıvılcıma dönüşme potansiyeliyle) bizi yaşlanmaya bir adım daha yaklaştırır. “Taşı
delen suyun gücü değil, sürekliliğidir.”
***
Beden zararlı bir unsurla karşılaşınca, onunla baş edebilmek
için fazladan çaba göstermek zorundadır. Bu durumda fırınlar (mitokondriler), -aşırı enerji ihtiyacını karşılayabilmek için-
çok daha ‘harlı’ çalışır ve çok daha fazla kıvılcım (serbest radikal) sıçratırlar.
En kadim ve en bildik zararlılar (bakteri, virüs, mantar,
protozoa gibi) çeşit çeşit mikroplardır. Bağışıklık sistemi bunların yol açtığı
enfeksiyonlarla baş edebilmek için savaşmak zorundadır. Çağımızda hijyen
tedbirleri, antibiyotikler, aşı koruması sayesinde geçmiş atalarımıza kıyasla
bu açıdan çok daha şanslıyız.
Buna karşılık günümüzde bağışıklık sistemimizin mikroplardan
çok bir başka uyaranla başı derttedir. İhtiyacın üstünde alınan kaloriler yağa
dönüşmekte ve abartıldığında –bir balon gibi şişen- yağ hücrelerini patlatarak bedenimizin
(enfeksiyona benzeyen) tepkisiyle düşük yoğunluklu bir savaşa (enflamasyona)
yol açmaktadır. Etimolojik olarak enflamasyonun, ‘ateşe vermek’ anlamındaki
‘inflame’ kökeni, onun kıvılcımlarla bağının doğrudan kanıtı gibidir.
Yazının önceki kısımlarında ışınların hem dalga, hem
parçacık özelliği taşıdığını yazmıştım. Bu yüzden ışığa maruz kaldığımız sürece
adeta ‘mermicik’ yağmuruna tutuluruz. Özellikle güneşin morötesi (ultraviyole) ışınları
hayli tahripkârdır.
Benzer şekilde, doğada mevcut ama pek farkına varmadığımız
‘arka plan’ radyasyon ve güneşten gelen ‘solar radyasyon’, hastanelerde
karşılaştığımız röntgen ışınları ve nükleer tıp kaynaklı -yüklü parçacıklara
neden olan ışınım- yani iyonlaştırıcı radyasyon da oksidatif stres riskini
artırmaktadır.
Kimyaları gereği, beden kimyasallarıyla flörtleşen (ve
farklı kaynaklardan bize ulaşan) bin bir türlü kir (toksin)’in kendileri birer
kıvılcımdır. Yani kıvılcım yaratmak için mitokondri fırınlarına ihtiyaç duymazlar.
Toplumdaki yaygınlığı ve verdiği zararın büyüklüğü bakımından listenin başına
tütün ürünlerini (>sigarayı) koyabiliriz. Suya ve/veya havaya karışan;
soluyarak, yiyip içerek, temasla bedenimize aldığımız sayısız toksin
vardır. Endüstriyel atıklar,
petrol-kömür-doğalgaz gibi fosil yakıtlar, plastikler, piller, deterjan ve
benzeri temizlik malzemeleri, cıva-arsenik gibi ağır metaller, asbest, böcek ve
tarım ilaçları, antibiyotikler, çeşitli ilaçlar, kozmetikler, alkol ve
uyuşturucular, hayvan ısırık ve zehirleri, bitki ve mantar toksinleri ilk elden
sayabileceklerimizdir.
***
Yaşlanıp yıpranmaya karşı en önemli savunmanın, -yıpranma
derecelerine bağlı olarak- hücrelerin kendilerini yenilemesi olduğunu ve bu
yenilemenin (benim yazıda ‘anne’ olarak niteleyip, ha bire doğuran kraliçe arılara
benzettiğim) kök hücre soyları sayesinde gerçekleştiğini biliyoruz. Ancak, hücre
bölünmesi şeklinde gerçekleşen bu yenilenmenin, her hücre için belli bir
kotasının olduğu, kota dolunca artık bölünmenin mümkün olmadığı düşünülmektedir
(‘Hayflick teorisi’). Bu, kromozomların uçlarında ‘telomer’ denen koruyucu
yapıların her bir bölünmede giderek kısalması ve en sonunda ortadan kalkışıyla
artık hücrenin bölünme ve yenilenme imkânının kalmayışına bağlanmaktadır. Yalnızca
yaşamın başındaki embriyo hücreleriyle çoğu kanser hücresi telomeraz enzimi yardımıyla
telomer kayıplarını telafi ederek sonsuza kadar bölünebilme imtiyazına sahiptir.
***
Tekrarlayayım: Yaşlanma tüm bedeni etkileyen, bu nedenle
ister istemez saçlara da yansıyan bir süreçtir.
Saçlar yaş ilerledikçe hem ağarır,
hem de dökülmesi artar. Ağarmanın da, dökülmenin de ortak temellere
sahip olduğuna kuşku yoktur.
Bu ortak temellerden biri, yukarıda söz ettiğim kök hücre
havuzunun tükenişi olabilir. Saçlar her 2-7 yılda bir yenilendikçe, hem saç
kılını oluşturan, hem de onları boyayan kök hücrelerin telomerleri giderek
kısalıp nihayetinde yenilenemeyip yaşlanır ve ölürler.
Saç kılını (keratinositleri) üretenlerin tükenişi, -saçın
dökülmesiyle- boyamayı gereksizleştirip saçı ‘ağarma’ lütfundan mahrum
edecektir. Tersine, saçı boyayan hücreleri (melanositleri) üreten kök hücreler tükendiğinde
saçlar önce gri, sonra da beyazsı bir renge bürünecektir.
Ama saçların ağarmasının tek yolu kök hücre tükenişi
değildir. Saçların renklenebilmesi için, melanozom dediğimiz boyaların saç
kılını oluşturan hücrelere (yani keratinositlere) aktarılması gerektiğini
söylemiştim. Bazen kök hücreler sağlam olduğu halde, bu aktarım –bir nedenle-
gerçekleşemediğinde de saçlar ağarabilmektedir. Aktarımı bozan (bazı ilaç yan
etkileri gibi) dışsal unsurlar ortadan kalktığında ise, ağarmanın kendiliğinden
düzelebilmesi mümkündür.
***
Anlama ve anlatmayı kolaylaştırmak için, sınıflandırmaları biz insanlar yapar, sınırları bizler koyarız. Doğanın öyle keskin sınırları yoktur!
Bu saçlardaki aşınma için de doğrudur: Androgenetik alopesi ve yaşlanmaya bağlı saç değişiklikleri iç içedir. Ama dökülmede ilkinin, ağarmada ikincinin daha önde olduğunu söyleyebiliriz.
Yine de, bir yaşlanma belirtisi olarak saç ağarmasının nispeten erken başlaması ve başlangıç yaşının cilt
rengine göre anlamlı farklar göstermesi dikkat çekicidir: Ağarma beyaz
tenlilerde 20, siyah tenlilerde 30 yaşında başlayabilir. Ağarma ancak bu
yaşlardan önce başladığında ‘erken ağarma’ olarak nitelenebilir. Bir çalışmada
ortalama ağarma yaşı başlangıcı beyazlarda 34 ± 9,6, siyahlarda 43,9 ± 10
bulunmuştur. Bu bilgiler, saç ağarmasında güneş ışınlarının ve buna ilişkin
evrimsel uyarlamaların anlamlı rolünü düşündürür.
Erkeklerde ağarma, kadınlardan daha erken ve daha hızlıdır. Erkeklerde
beyazlama ilk olarak şakaklarda ve favorilerde görülür. En son enseye ulaşacak
şekilde tepe noktasına ve kafa derisinin geri kalanına yayılır. Kadınlarda ise beyazlama
ilk olarak saçlı derinin kenarlarında ve tepede fark edilir.
Aynı kişinin kafasında kimi kıllar, hatta kimi saç bölgeleri
ağarmışken, yanı başlarında ağarmamışların olması sıradandır.
***
Saçların görece erken yaşlanması, bir başka deyişle
yaşlanmanın en erken belirtilerinden biri olması için –evrim perspektifinden-
bazı varsayımlarda bulunabiliriz.
· · Mor ötesi (UVA, UVB) ışınları soğuran boyanın koyuluğunu (feomelaninden ömelanine dönüşümünü engelleyerek) azaltan, böylelikle D vitamini üretimini destekleyen evrim; güneş ışınlarının deriye ulaşımını engel olan saçların dökülmesini teşvik ederek, D vitamini üretimi için ikinci bir destek sağlamış olabilir.
· · Çok eski atalarımızın (metabolizması çok yüksek olduğundan, kolayca ısınan) beynini, Afrika’nın kavurucu sıcağından, –yalıtımla- koruyan saçlara, -güneş görmeyen ev ve iş yerlerinde geçen yaşamımız yüzünden- eskisi kadar ihtiyaç duymuyor olabiliriz.
· · Erkeklerde tecrübe ve bilgeliği yansıttığı yahut tam tersine artık rakip dişileri cezbetme ihtimali düşüp sadakate zorladığı için, kadınların eş seçimini desteklemesi (yani cinsel seçilim) saçların erken yaşlanmasını teşvik olmuş olabilir.
· · Evrim verimlilik ve tasarrufu önemsediğinden (ikinci maddede dile getirdiğim nedenle) saça ihtiyacın kalmayışı ve/veya (üçüncü maddede belirttiğim) üreme şansının azaldığı yaşlarda kıt kaynakların üreme yerine beden bakımına harcamayı yeğlemesi saçların görece erken yaşlanmasının gerekçesi olabilir.
Önceki Bölüm: Eyvah Saçlarım! 2: Ah Şu Testosteron
Sonraki Bölüm: Eyvah Saçlarım! 4- Neler Yapabiliriz?
Yorumlar
Yorum Gönder