Bağışıklığı Güçlendirmek-2: Dostu Düşmandan Ayırmak
Öldürmeye can atan bunca asker varken, bağışıklık sistemi ordusu, kimin dost, kimin düşman olduğu ayrımını kusursuz yapmak zorundadır.
Bir bakıma kolaydır: Bedenimizi kapalı bir torbaya
benzetmiştim. Torbanın içindekiler
‘bizimkiler yani dostlar’, dışındakilerse ‘ötekiler yani düşmanlardır’.
Ama hayır, çok ta kolay (ve tam olarak doğru) değil! Bazı zorluklar vardır:
Her şeyden önce biz tam kapalı bir sistem değiliz: Dışarıdan gıda, oksijen, ilaç gibi şeyleri (torbamıza) almak zorundayız. Onları düşman sayamayacağımız ortadadır.
Ayrıca, malum torbamızın yüzeyinde yani deri ve çoğu
mukozamızda, -karşılıklı anlaşmalarla- yoğun iş birliği yaptığımız ‘mikrop
kiracılarımız yani mikrobiyatamız’ vardır. Bedenimizin dört bir tarafında,
sınırlarımızın yanı başına yerleşmeleri karşılığında ve bedenimize tecavüz
etmeyecekleri koşuluyla, dışarıdan girebilecek istilacıları engellemeye
çalışır, hatta bazıları ayrıca sindirim, haberleşme gibi kimi konularda bize yardımcı
olurlar. O halde onlara da tetikte ama hoşgörülü olmak zorundayız.
Bir başka hoşgörü ihtiyacı gebeliktedir: Anne için yavrunun
yarısı ‘kendisi’ ama diğer yarısı yani babanınkiler ‘ötekidir’. Aynı şey (bir
‘kimera’ olan) bebek için de söz konusudur.
Bir zorluk ta, bazen bedenin içinden gelir. Kırk trilyon
hücrenin “hepimiz bedenimiz için!” mutabakatına rağmen, aralarından –kanser
denilen- bazısı, bağımsızlık ilan edip –tüm bedeni ele geçirmek için- fetihlerle
yayılmaya koyulur. O hainlere de artık bizimkiler diyebilme imkânımız yoktur.
***
Bağışıklık basitçe köpeğe benzetilir: Ev halkını tanıyıp, havlayıp ısırmaması ama eve izinsiz girmeye kalkışan, tanımadığı –kötü niyetli- yabancılara göz açtırmaması beklenir. Tabii ki ayrıca akrabalara, eş-dosta ve eve iş yapmaya gelenlere de saldırmamalıdır… Hele bir de, ‘bizden’ sayılanlardan biri hainlik yapmaya kalkıştığında, dersini verirse, keyfimize değmeyin gitsin!
Böyle bir köpek bulmak o kadar kolay olmayabilir. Ama
bağışıklık sistemimiz, tam da bunu yapar: Gece-gündüz demeden bir ömür boyu
bedenimizi istila ederek bizi hasta edecek mikroplarla savaşır. Yetinmez,
bedenimize asilik yapmaya kalkışan kanserleri önlemeye çalışır. Ve bu savaşları
verirken bedenimizin hücrelerine zarar vermemek yahut vücudumuza girecek
zararsız maddelere savaş açmamak için de hoş görülüdür. Kısacası gaddarlığıyla
toleransı arasında makul bir denge vardır.
Şayet bu denge bozulur ve biri diğerine baskın gelirse, çok ciddi sorunlarla karşılaşabiliriz: Gereğinden fazla hoşgörü, istilacıların bizi hasta etmesine yani enfeksiyonlara ve hainlerin yani kanserin emeline ulaşmasına neden olurken; tersine hoşgörüsüz gaddarlık bedenimize aldığımız faydalı, en azından zararsız kimi maddelere (‘anafilaksi’ dediğimiz kimi zaman ölümcül olabilen) saldırılara yani alerjilere ve daha kötüsü bazen bedenimizin kendi –masum- hücrelerine saldırısına yani otoimmün hastalıklara yol açar.
Evrimin kusursuz bir tasarım olmadığını söylemiştim: Bağışıklık
ordusundan beklenen, düşmanı hızla alt edip kışlasına çekilmesidir. Ne var ki
hücrelerde gizlenmeyi başarabilen bazı virüs (ve verem mikrobu gibi bazı
bakterilere) karşı savaş yıllarca hatta bir ömür boyu sürebilir. Daha da
önemlisi aşırı yağlanma ve oksidatif stres yüzünden hasarlı hücrelere karşı
yürütülen, sürekli, düşük yoğunluklu savaşın (‘enflamasyonun’) çok ağır
bedeller ödetmesidir. Çağımızın baş belası sağlık sorunlarının ve ölüm
nedenlerinin yarıdan fazlası bu yüzdendir.
Demem o ki,
bağışıklığı güçlendirmekten kastımız onun daha gaddar olmasıysa, bu pek iyi bir
fikir olmayabilir. Hangi tarafa olursa olsun, -gerçekten- hassas dengenin,
bir yöne meyletmesinin ağır bedeller ödetmesi kaçınılmazdır.
(İtiraf etmeliyim: Hayli karmaşık, çok katmanlı bir sisteme,
bir tahterevallinin iki yanı gibi indirgemeci yaklaşımım, anlatım kolaylığı
içindir. Gerçek daha karmaşıktır. )
***
Günümüze gelene kadar, milyonlarca yıllık evrim sürecinde söz
ettiğim saldırı-tolerans dengesinin bazı salınımlar gösterdiği düşünülmektedir:
Toplamı iki yüzü bulmayan küçük topluluklar halinde yaşayan
avcı-toplayıcı çok eski atalarımız, mikroplar açısından görece şanslılardı:
Riskleri zaten azdı. Yer değiştirdiklerinden mikrop kaynağı olabilecek kirleri
geride bırakıyorlardı. Kendilerine hastalık getirecek başkalarıyla temasları
pek azdı. Bir mikrop saldırısında da ya iyileşip bağışıklık kazanıyor, ya da
ölüyorlar ve bir daha aynı mikropla karşılaşmıyorlardı. Onlar için vücuda pek
giremese de, bedenlerinin sınır bölgelerinde hırsızlık yapan parazitler
(kurtçuk ve solucanlar) ve belki sıtma daha büyük sorundu.
Kabaca on bin yıl önce –tarım ve hayvancılığın
başlamasıyla- işler kökten değişti: Nüfusu binleri, on binleri bulan,
kirlenmenin yoğunlaştığı, yerleşik topluluklar haline geldiler. Artık
evcilleştirdikleri hayvanlarla yan yanaydılar. Hem diğer insanlar, hem de
özellikle hayvanlardan, üstelik pek de tanışık olmadıkları -yüzler ve hatta binlerce farklı- mikrobu almaya
başladılar. Topluluklar arası temas, bulaşma riskini daha da artırıyordu. Artık
–bulaşıcı- enfeksiyon hastalıkları insanlığın en önemli sorunu haline geldi.
Ölümcül salgınların yaşandığı bu son on bin yılda, genel olarak sistemin
hoşgörüsünün azalması yani bağışıklığın eskiye göre güçlenmiş olması sürpriz
olmayabilir.
Son birkaç yüzyılda mikropların tanınması, çeşitli
hastalıkların sebebinin mikroplar olduğunun anlaşılması, ‘mikroplara ölüm’
sloganıyla hijyen, antibiyotik ve aşıları doğurdu. İşe de yaradı: Enfeksiyonlar
giderek en baş ölüm nedeni olmaktan çıktı. Parazitler de azaldı.
Ne var ki, modern yaşam tarzının karşılaşılan dost ve düşman
mikrop sayısını sınırlaması; (yazının bir önceki bölümünde söz ettiğim kemik
iliği ve timüs okullarında) bağışıklığın erken yaşlarda öğrenilmesi gereken
dost-akraba-hizmetkârların yeterince tanınamayışına yol açtı. En çok da
yeterince dost bağırsak mikrobuyla karşılaşmamak, tolerans zafiyetiyle
sonuçlandı.
Yalnızca birkaç yüzyıl, evrim için çok kısa bir süre olduğu
ve bu yüzden hâlâ çiftçilerin güçlü bağışıklık sistemi sürdüğü için,
bağışıklığın hoşgörü azlığının bedelini –özellikle gelişmiş toplumlarda-
alerji ve otoimmün hastalıkların artışı şeklinde ödemeye başladık. Bilim
bunu ‘hijyen teorisi’ adıyla tescil etti.
Buradan çıkarımımız, tahterevallimiz,
alerji ve otoimmün hastalıklardan yana kaymışken, sistemi daha da
saldırganlaştırmanın iyi düşünülmesi gerektiğidir.
Önceki Bölüm: Bağışıklığı Güçlendirmek-1: Kısaca Bağışıklık Sistemi
Sonraki Bölüm: Bağışıklığı Güçlendirmek-3: Bağışıklığı Nasıl Güçlendiririz?
Yorumlar
Yorum Gönder