Kanser-2: Nasıl Kanser Oluruz?
DNA’lar canlıların “kurulum ve işletme kılavuzları” yahut
“işletim tarifleri” gibidir. Yaşamın oyun kuralları gen dediğimiz tariflerde
yazılıdır. Onlar aynı zamanda çok hücreli yaşamın “eski deyişle mutabakat
zaptı, yeni Türkçe ile uzlaşı belgesi” gibidir.
Orijinal metin, sperm ve yumurtanın ilk buluşmasında oluşur:
O aynı tarifin birer kopyasının anne, birer kopyasının babadan alındığı, her
bir sayfada farklı bir tarifin yer aldığı yaklaşık 22 bin sayfalık bir kitap seti
gibidir.
Büyümek veya yenilenmek için hücreler ardışık şekilde ikiye
bölünürken, kılavuz veya tarif kitabı (yani genom) –adeta fotokopi ile
çoğaltılır gibi- yavru hücrelere aktarılır.
Ama çoğaltma pratik hayatta sıklıkla yapıldığı gibi, tüm
kopyaların tek seferde çıkarıldığı bir fotokopi işlemi şeklinde değildir. Öyle
olsaydı tüm kopyalar aynı olurdu. Ama öyle değil!
Bir hücre bölünürken iki kopya çıkarılıp iki yavruya
verilir. Sonra yavrular çoğalırken, kendi nüshalarının fotokopisini çıkarıp
yavruya aktarırlar. Yani her bir hücre neslinde, yalnız bir sonraki kuşağın
yavrularının genomları kopyalanır. Bu nesiller boyu bu şekilde süregider.
Vurgulamak istediğim, tek seferde tüm kopyaların çıkarıldığı
ve tüm kopyaların bire bir aynı olduğundan farklı bir kopyalamanın söz konusu
olduğudur: Ardışık yapılan kopyalamada, her bir kopyalama sonrası, orijinal
kopyadan ufak tefek farklar vardır. Benzetmek gerekirse, ilk kopyalama sonrası
nüsha kirlenebilir ve bu kopyaya yansır. İkincisinde kâğıt buruşup, bazı
kelimeler kopyalanmayabilir. Böylelikle sonrakinde hem kirin, hem buruşmanın
kötü sonuçları vardır. Bu şekilde onlarca ardışık kopyalanmanın ardından (üst
üste eklenen hatalar nedeniyle) tarif kitabında giderek fazlaca tahrifat
birikir.
Tabii ki, benzetmeyle kastım, her bir genom kopyalaması sırasında (DNA dilinde bazı harflerin,
kelimelerin, hatta cümlelerin eksikliği veya tersine fazlalığı; ya da bunların
yer değiştirmeleri yahut pek çok kere tekrarlanmaları gibi) bazı yazım hatalarının ortaya çıkışıdır.
Neyse ki bilimin ‘mutasyon’ olarak
adlandırdığı bu hataların sayısı çok fazla değildir.
Kaldı ki, bedenimiz bu hataları düzeltebilecek onarım mekanizmalarıyla da donanmıştır.
Bozulan fotokopide eksik kelimenin
yazılarak eklenmesi veya fazlalığın üstünün çizilerek silinmesi gibi, çeşitli
mekanizmalarla bu hataların çoğu bertaraf edilir. Bu yüzden mutasyonu
“onarılamamış DNA yazım hatası” olarak düşünmek daha doğrudur.
Hataların çoğu düzeltilir ama tümü değil! İnsan genomunun
her bir DNA kopyasının 3 milyar harften oluştuğu, bedenimizde 30-40 trilyon
hücre olduğu ve bunların pek çoğunun ömür boyu yenilendiği düşünülünce, o nadir hataların bile birikimle çok ciddi miktarlara
ulaşabileceğini öngörmek zor değildir.
Hatalar genlerdeki yazımla sınırlı değildir. Tüm hücrelerde
aynı genlerin tam bir kopyasının bulunmasına rağmen, hücrelerin bedende üstlendikleri
işlevlere göre bazı genlerin susturulduğunu söylemiştim. Yani hücreler –kendilerine
biçilen role göre- üretimini üstlenmeyecekleri tariflerin adeta üstünü
örterler. Ayrıca tariften ne kadar üretim yapılacağı da inceden inceye
düzenlenir. Genlerdeki yazım bozulmadan,
ifadelerinin değiştirildiği bu gibi hallerde de (epigenetik olarak) hataların
olması mümkündür.
Yeni bir yavru hücre oluşurken, hem genlerdeki (genetik), hem de gen ifadelerindeki (epigenetik) hatalar, yavru hücrelere aktarılır. Böylelikle ebeveynlerden aktarılanlara, bireyin ömür boyu yeni oluşan hataları eklenir.
***
Kanserin, mutasyonlar
veya gen ifadesindeki hatalar yüzünden, (yazının ilk bölümünde söz ettiğim)
hücre bölünmesindeki kontrolün bozulması
ve hücrenin gereksiz yere hızla üremeye başlamasının sonucu olduğunu
söyleyebiliriz.
Bir önceki bölümde söz ettiğim benzetime devam edeyim: Bölünmenin
gaz pedalı takılı kalabilir, yani onkogenler ihtiyaç olmadığı halde hücrenin
bölünüp çoğalmasını teşvik edebilirler. Yahut tam tersine fren tutmayabilir,
yani tümör süpresörler bölünmenin durdurulması uyarısı veremezler. Her iki
durumun da ortak sonucu, kontrolsüz hücre bölünmesi ve çoğalması yani tümördür.
Benzetmeyi sürdürürsem, araba giderek hızlanır ve sonunda duvara toslar. Yani
tümör oluşur. Bu toslamanın nihai sonucu, organizmayla birlikte (neredeyse her
zaman) tümörün de sonu demektir.
***
Moral bozmaya gerek yok: Hatalar oluşur oluşmaz “Hop!” diye
kanser oluşmaz. Önünde bir hayli engel vardır.
Daha önce de söylemiştim: Organizma, genlerde
gerçekleşebilecek yazım hatalarını saptayıp bunları onaracak mekanizmalar
sahiptir. Bu yolla çoğu hata düzeltilir. Bununla da kalmaz, bağışıklık hücrelerinin devriyeleri çok
hasarlı, -yapı ve işlevi bozulmuş- fazlaca atipik hücreleri saptar ve bunları
intihara (yani apoptoza) zorlar, hatta gerekirse kendisi infaz eder (‘nekroz’).
Burada bir parça soluklanıp araya apoptozun kritik önemini sokuşturayım:
Apoptozla kanser olma potansiyeli olan hücrelerin (intiharla) ortadan
kaldırılmasının bizi kanserden koruduğu çok açıktır. Ama bu kayıp vücudun bir
doku ve organından kayıp demektir. Yani kanserden korunma bir bedel karşılığıdır:
Belli bir eşiği aşan ve yeterince telafi edilemeyen kayıplar organların
küçülmesine ve söz konusu organlarda işlev kaybına neden olur.
Tahmin edilebileceği gibi, her bir hücre yenilenme veya yara
iyileşmesi sırasında hücre bölünmeleri nedeniyle yaş ilerledikçe hücrelerde
daha fazla mutasyon birikir. Bu, aynı zamanda apoptozun da yaşla arttığı
anlamına gelir. Sonuçta yaşlıların pek çok organı küçülür. Yaşlılar bunu
boylarının kısalmasıyla fark ederler.
Elbette hücre intiharının tek bedeli küçülme değildir. Ufalma
işlev kaybına da yol açar. Ona da “her güzelin bir kusuru vardır” diyelim.
Buna karşılık hücre intiharının olamayışı kansere dönüşümle
sonuçlanmasa da tatsızdır: Mutasyon ve gen ifade kusurları apoptozla ortadan
kaldırılmadığında, İntihar etmeyen hücre, artık istikrarsız, işlev bozuklukları
olan ‘yaşlı’ bir hücredir (‘senescense’).
Demem o ki, yaşlılıktaki bedenimizin ufalmasına
hayıflanmayıp, bizi kanserden koruduğu ve yıpranıp yaşlanmış hücre yükünden
kurtardığı için apoptoza müteşekkir olabiliriz.
***
Tekrar kanser oluşum serüvenine geri döneyim: Hatası onarılamamış, intihar da etmeyen bu istikrarsız (yaşlı) hücrelerden onkogen ve süpresör gen hatalılar (yani gaz ve fren sorunlular) artık birer tümör tohumudur. Pek farkında olmasak da, bedenimiz böylesi pek çok tohuma ev sahipliği yapar.
Neyse ki, tümörün
harekete geçmesi için tek bir hata yetmez! Ancak hataların sayısı belli bir eşiği aşınca tümör kalkışa geçer. Bunu
ancak birkaç pille çalışan cihazlara benzetebiliriz. Son pil olmadan eylem
gerçekleşmez.
Bazı ailelerin
kansere yatkın oldukları görülür: Hem kanser riski yüksektir, hem de kanser
daha erken yaşlarda ortaya çıkar. Bu aileler, -şanssızlıkla- ebeveynlerinden
bozuk mutasyon ve gen ifadelerini aldıklarından, pil setini tamamlamak için
daha az pile ihtiyacı olanlardır.
Şansımız henüz tükenmedi: Pil seti tamamlansa da, yani eşiği
aşacak kadar hata birikip kalkışa hazır olunsa da, illa tümör gelişecek
değildir. Bağışıklık sistemi hatalı hücreyi fark edip yok edebilir. Yahut –isyana
meyleden hücre- bazen sessizce ama tetikte (hücre döngüsünün interfaz aşamasında)
bekler. Ta ki, (kötü yaşam tarzında ısrar gibi) uyarılarla hücre döngüsü
bölünmeye (mitoza) sürüklensin.
Ama gereksiz ve zamansız üreme döngüsü bir kez başlayınca durdurmak zordur. Hücre önce bulunduğu yerde çoğalır ve büyür (‘invazyon’). Hızla büyüyebilmek için gereksindiği malzemelere erişimi sorun olmaya başlayınca gerekirse tedarik için yeni damarlar oluşturur (‘anjiojenez’).
Oluştuğu yer “dar gelmeye başlayınca” rahatça büyüyüp
serpilebileceği yeni yerlere gözünü diker. Toplardamarların (karbondioksitle)
‘kirlenmiş’ kanı, ‘temizlemek’ (oksijenle değiştirmek) için gittiği akciğerler
en kolay fetih alanlarından biridir. Karın içi organlardan (portal dolaşımla)
kan, karaciğer üstünden akciğere taşındığından, karaciğer de sıklıkla yayılımın
hedefi olur. Tümörün doğduğu
topraklardan uzaklara taşınması (‘metastaz’), ‘kötücül yahut maliyn’ olduğunun
tescilidir. Bu arada lenf damarları da kanser hücrelerini yakındaki komşu
lenf bezlerine ulaştırır.
‘Tohum-toprak’ hipotezine göre, farklı kanser türlerinin (akciğer ve karaciğer yanında) kemikler, beyin, lenf düğümleri, böbrek üstü bezleri gibi tercih ettikleri organlar vardır.
***
İster hücre, ister organizma düzeyinde olsun; bir toplulukta
gen çeşitliliği (farklı tarif sayısı) ne kadar fazlaysa, değişen olumsuz
koşullarda sağ kalıp üreyebilecek birilerinin olma ihtimali o denli yükselir. Çoğu
yok olup gitse de, aralarından duruma uyum gösterebilen birileri, yaşam oyununu
sürdürmeyi başarır. ‘Doğal seçilim’ olarak adlandırılan bu durum, evrimin itici
gücüdür.
Doğal seçilim çok
hızla çoğalan ve fazlaca mutasyon geçiren kanser hücrelerinin de itici gücüdür.
Bu sayede, bedenimizin istikrarı koruyan mekanizmalarına ve bağışıklık
sistemimizin olağanüstü gayretine rağmen, bazı kanser hücreleri bu çabaları
boşa çıkarmayı başarır. Kimileri gizlenir, kamufle olur; kimileri sistemleri
aldatır. Bu az sayıdaki ‘marifetli’ çok daha fazla üreyip kanserin yoluna devam
etmesini sağlar.
Bu bağlamda tedaviler bile sorgulanmaktadır: Şayet tedavi
kanserin kökünü kazımıyorsa, (antibiyotik direncine benzer bir mekanizma ile)
ilerleyen aşamalarda, baş edilmesi daha zor hücre tipleri ile baş başa
kalabiliriz.
Kanserin
marifetlerine tipik bir örnek ‘telomeraz’ enzim üretimleridir. Yazının ilk
bölümünde, kromozomların uçlarında bulunan telomer denen yapıların her hücre
bölünmesinde biraz kısalıp, sonunda ortadan kalktıklarında hücrenin artık
bölünemez hale geldiğini belirtmiştim. Anne karnındaki büyüme sırasında olduğu
gibi, telomeraz denilen bir enzim sayesinde telomerlerin kısalması telafi
edilir, böylelikle hücre çoğalması sınırı aşılır. Çoğu kanser, doğal seçilim
sayesinde –yetişkinlikte ortadan kalkmış olan- bu yeteneği tekrar kazanır ve
kaynaklar tükeninceye kadar üremesini sürdürebilir.
Önceki
bölüm: Kanser-1: Kanser Neyin Nesi?
Sonraki
Bölüm: Kanser-3: Kanserin Nedenleri
Yorumlar
Yorum Gönder