Kanser-3: Kanserin Nedenleri

 

Niçin Kanser Oluruz?

Kanser yazı dizisinin önceki bölümlerinde, kanser hücrelerinin, -organizmanın ihtiyaç ve çıkarlarına aldırmadan kontrolsüz üreme sevdasından doğduğunu; bu sevdanın gerisinde de genetik yazım hataları (yani mutasyonların) ve gen ifade kusurlarının olduğunu yazmıştım.

Bu yüzden “niçin kanser oluruz?” sorusunun yanıtı, mutasyon ve gen ifade kusurlarının meydana gelişinde aranmalıdır.

Doğrusunu söylemek gerekirse, bu hataların çoğunun neden gerçekleştiğini bilmiyoruz. Ama gezegenimizde yaşamın ilk başladığı (DNA’nın bir canlıda ilk ortaya çıktığı) zamandan beri (yani 4 milyar yıldır) varlar ve çok hücreli canlılardan (ister bitki, ister hayvan; ama az, ama çok) kanser hastalığına yakalanmayan tür yok gibidir.

Hataları kabaca üçe ayırabiliriz: Zararlılar, etki etmeyenler ve faydalılar. Gerçekte tıkır tıkır işleyen bir yapıda, kopyalar çıkarılırken hataların olması pek istenecek bir şey değildir. Bu yüzden canlılarda zararlı olan ve etki etmeyen hataların sayısı her zaman faydalılardan fazladır. Ama evrim, bu hatalar yüzünden kaybedenlere aldırmaz, zerre kadar acımadan onları ayıklar. Memeliler ve biz insanlarda, yaşamla bağdaşmayacak kadar zararlı zigotlar embriyoya dönüşme fırsatı bile bulamaz. O fırsatı bulabilenler düşükle atılır veya daha sonra ölümle cezalandırılır. Evrimin ölümle cezalandırmadığı daha az zararlı hata taşıyıcıları –koşullara göre avantajlı hata sahiplerine- hayat oyununda kaybeder (daha az yaşar, daha az ürerler). Değişen koşullarda üstünlük sağlayan (‘faydalı’) az sayıdaki hata, evrimin itici gücüdür. Yok olmuş veya halen var olan sayısız canlı türü, -değişen çevre şartlarında-  bu ‘faydalı’ hatalar sayesinde ortaya çıktı ve tabii ki insan türü de bu şekilde sahne alabildi. Yani mutasyonlara yalnız kanseri değil, yeryüzünü olağanüstü güzelleştiren mucizevî canlılar dünyasını da borçluyuz.

***

Yaşamın ilk ortaya çıkışından bu yana hataların olageldiğini söyledim. Ama bir noktaya dikkatimiz gerekiyor: Çok hücrelilerde kuşaklar arası üreme imtiyazı yalnızca eşey hücrelerinin (yani yumurta ve spermin) olduğundan, yalnızca bu hücrelerdeki hatalar sonraki kuşaklara aktarılır.

Üremeden sorumlu yumurta ve sperm dışındaki hücrelerin (büyüme, yenilenme ve onarım için) bölünüp çoğalmaları sırasında ortaya çıkan hataların bedelini (tabii bu arada kanseri) yalnız o canlı öder; hatalar sonraki kuşaklara aktarılmaz.

Ama ebeveynimizin eşey hücrelerindeki (yumurta ve spermindeki)  -genetik ve epigenetik- hatalar, bedenimiz onların kaynaşmasıyla oluşan tek hücre yani zigottan türediği için, vücudumuzun tüm hücrelerinde yerlerini alır. Ebeveynlerimiz kendi ebeveynlerinden, onlar da kendi ana –babalarından bu hataları aldıklarından, günümüzde yaşayan birinin hücrelerinde (4 milyar yıl önce yaşamış) en eski atamızın dahi (evrimin ayıklamadığı) hataları vardır.

Evrim zararlıları ayıkladığından, kadim atalarımızın ancak ‘zararsız’ hataları ‘sürüklenerek’ bize ulaşır. Ama bir (ve bazen iki-üç) önceki kuşaktan, görece daha zararlı genetik ve epigenetik hataları da alırız. Çünkü ayıklanma için yeterince fırsat bulamamış olabilirler.

Sperm üretimi yaşam boyu sürerken, yumurta üretimi daha anne karnındayken (yani doğmadan) son bulduğundan; üstelik yumurta üretimi sınırlıyken (nihai olarak 400-500 yumurtadan ibaretken) sperm üretiminin yaşam boyu milyarlarca olabilmesi yüzünden babalarımızın DNA’sında daha fazla hata birikebilir ve babalar yaşlandıkça bu risk artar.

Annelerse yavrunun inşasında üstlendikleri daha fazla sorumlulukla; yani zigot oluşurken sitoplazma katkısı, yavrunun rahimde ağırlanıp beslenmesi ve emzirmeyle, özellikle embriyo aşamasında neden olabildikleri hatalarla durumu ‘eşitlerler’.

***

Yazı dizisinin bir önceki bölümünde, fotokopiden fotokopi şeklinde resmettiğim, hücrelerin ardışık bölünmeleri sırasında, ömür boyu süren büyüme ve yenilenme için hücre bölünmeleriyle hücrelerde giderek daha çok hata birikir. Bunun anlamı yaşlandıkça giderek daha fazla mutasyon ve gen ifade hatasının ortaya çıkışıdır. Bu yüzden, kanserin rakipsiz en büyük nedeni ileri yaştır dersek, yanlış söylemiş olmayız.

Mutasyonların hücrenin bölünerek çoğalması sırasında ortaya çıktığı gerçeğinden hareketle, (özellikle yenilenme ve onarım ihtiyacı nedeniyle) hücre çoğalması (‘replikasyon’) ne kadar fazlaysa, kanser ihtimalinin de o denli artabileceği çıkarımını yapabiliriz.

Beden hücreleri bir nedenle savaşıyorsa, yaşayacakları kayıpları telafi için, daha fazla hücre üremesiyle hata ve kanser riski artacaktır. Bedenimizdeki en yaygın savaş nedeni, zararlı (patojen) mikropların yol açtığı enfeksiyonlardır. Bağışıklık sisteminin yalnız mikroplarla hasarlananları değil, başka nedenlerle hasarlanan hücrelerle savaşı yani ‘enflamasyon’ (geniş anlamda iltihap veya yangı) da riski artırır. Sistemin mikroplarla savaştaki kadar başarılı olamayışı, ‘düşük yoğunluklu süregiden (‘kronik’) savaşlarla riski’ daha da büyütür. Bu bağlamda sahip oldukları yüksek enerji nedeniyle mor ötesi ışınlar ve radyasyonun yarattığı hasar özellikle dikkat çekicidir.

İlerleyen bölümde tekrarlayacağım: Evrendeki her şey atomların –eş değiştirmelerle- dur durak bilmeyen dansı gibidir. Bazı kimyasal maddeler; DNA’nın harfleri durumundaki bazlara benzeme (o yüzden harf gibi karşılık bulma), DNA’daki amin gruplarını çıkarma veya tersine alkil grupları ekleme ya da bazları birbirinden ayırıp araya girme gibi farklı mekanizmalarla DNA’yı hataya sürükler.

***   

DNA yazım hatalarını yani mutasyonu artırdığını bildiğimiz unsurlara ‘mutajen’ diyoruz. Mutajenlerin (hepsi değil ama) bir bölümü kansere yol açar yani ‘kanserojendir’.

Bilim bazı şeylerin mutasyona neden olduğunu keşfetmiş durumdadır. Ama çoğu mutasyon için açık-seçik bir neden gösterilemiyor. Onların ‘kendiliğinden, rastgele’ olduğu söyleniyor.

Doğrusu, temel doğa yasalarına fazlaca değer veren biri olarak ‘rastgele’ nitelemesi bana sempatik gelmiyor. Bugün saptayamamış olmamızın, belirli sonuçlara belirli nedenlerin yol açtığı gerçeğini ortadan kaldırmadığına inanıyorum.

Doğal seçilimin mutasyon oluşumuna da dahlinin olabileceği kanısındayım. Bu kanaatim tümüyle dayanaksız değil: Mikropların saldırısında onu tanıyıp ‘antikor’ denen o mikroba özgü silahları üreten B hücrelerinin olağan mutasyon hızından yüzbinlerce kat daha fazla mutasyon geçirdiklerini biliyoruz.

 

Kanserin bilinen nedenleri

Kanserin nedenlerine ilişkin genel ifadelerden sonra, artık kanser yaptığına ilişkin fazlaca kanıt bulunan somut nedenleri (‘kanserojenleri’) konuşabiliriz:

TÜTÜN: Kansere yol açtığı bilinen en büyük nedendir. Tütün tüm kanser ölümlerinin %21-30’ndan sorumlu tutulmaktadır. Sigara içmeyenlere göre, içenlerde genel kanser riskinin 2-10 kat daha fazla olduğu saptanmıştır. Risk doza bağımlı görünmektedir; günde içilen sigara sayısı ve içilen yıl sayısıyla artar. Yalnız sigara değil, pipo, puro, -enfiye ve çiğneme tütünü de riski artırmaktadır. Doğrudan içilmeyip, sigara dumanına maruz kalmak yani pasif içicilik de riskten muaf değildir. Ayrıca araştırmalar, düşük katran veya nikotinli olduğu söylenen sigaraların risk yönünden anlamlı bir fark yaratmadığını gösteriyor. Ancak elektronik sigaraların risk oluşturup oluşturmadıkları konusunda şimdilik yeterli veri yok. Onların da çeşitli kimyasallar içerdiğini ve birçoğunda nikotin bulunduğunu unutmamak gerekir.

Tütünün neden olduğu kanser çeşidi bir düzinenin üstündedir. En bilineni akciğer kanseridir. Ama ağız, dil, burun boşluğu, sinüsler, geniz, gırtlak, yemek borusu, mide, bağırsak, karaciğer, pankreas, böbrek, mesane, yumurtalık, rahim ağzı, meme kanserleri ile lösemide (>AML) de pay sahibidir.

ENFEKSİYONLAR: Dünya çapında kanserlerin %13-15’inin enfeksiyonlardan kaynaklandığı tahmin edilmektedir. Varlıklarını sürdürebilmek için girdikleri ‘konaklarda’, belirli hücre tiplerinin DNA’larına yerleşmek zorunda olan virüsler bu konuda başı çekerler.

İnsan papilloma virüsü (HPV) hayli yaygındır; dünyada kabaca her üç kişiden biri HPV taşıyıcısıdır. Dolayısıyla bulaşma riski hayli yüksektir. Tercih ettiği yerleşim yerleri genital bölge ve boğazdır. Temelde cinsel yolla bulaşır. Genelde sessiz olduklarından pek fark edilmezler. Neyse ki, bağışıklık sistemi sayesinde çoğu 1-2 yıl içinde kendiliğinden iyileşir.

HPV’nin yüzden fazla tipi vardır. Bunların üçte iki kadarı görece daha yüksek risklidir; rahim ağzı, penis, vajen, anüs ve ağız-boğaz kanser riskini artırırlar.

Kronik hepatitis B ve kronik hepatitis C virüsleri (HBV, HCV) (yani sarılık nedeni olan virüsler) ‘hepatosellüler’ denen karaciğer kanserine neden olur. Bu kanser riski toplum geneline göre HBV’lilerde yüz, HCV’lilerde 15-20 kat daha fazladır. HDV ve HEV virüsleri de riski artırır. Kanser gelişimi için genelde kronik hepatitin siroza evrilmesi gerekir ki, kronik hepatit> siroz> hepatosellüler kanser dönüşümünün on yılları bulabilmesi bir teselli olabilir.

Epstein-Barr virüsü (EBV) dünya çapında nüfusun %90-95’ine bulaşmış çok yaygın bir virüstür. En çok antikor üreten B-lenfositleri ve vücudun iç ve dış yüzeyini örten (epitel denen) hücre katını hedef alır. Bir kez yerleştikten sonra genelde sessizce bekler, Ta ki, vücut direnci kırılsın. Ne var ki, sessizliği rahat durduğu anlamına gelmez. Pek çok hastalığı ve pek çok kanser gelişimini teşvik eder. Geniz ve mide kanseriyle güçlü, meme kanseriyle anlamlı ilişkisi vardır. Ama ayrıca pek çok farklı kanser türüyle bağlantısı olduğu ileri sürülmektedir. Dünya çapında tüm kanserlerin %1,5’undan sorumlu olduğu bildirilmiştir.

İnsan herpes virüsü 8 (HHV-8) –cilt, lenf düğümü, ağız, burun, boğaz gibi farklı yapılarda gelişen- Kaposi sarkomuna ve lenfoma denen lenf tümörüne neden olur.

AİDS’e neden olan HIV virüsü, kanser hücreleriyle savaşan -bağışıklık sistemini zaafa uğratmasının da katkısıyla- (anüs, akciğer, baş-boyun, karaciğer, testis, cilt gibi) pek çok farklı kanserin riskini artırır. Ama özellikle Kaposi sarkomu, non-Hodgkin lenfoma ve rahim ağzı kanser risklerindeki artış dikkat çekicidir.

İnsan T hücreli lösemi virüsü tip 1 veya insan T lenfotropik virüsü tip 1 adındaki HTLV-1 virüsü, bulaştığı kişilerin %5’inde (birkaç onyıl sonra) T hücreli lösemi/lenfomaya neden olmaktadır.

Şimdiye kadar kanserle ilişkili virüsleri konuştuk. Ama diğer mikroplar da kanser riskini artırabilir. Bakterilerin kanserle ilişkilendirilen en bilinen örneği –mideyi mesken tutan- Helikobakter piloridir. Sosyo-ekonomik durumla çok yakından ilişkili olan ve yakın zamana kadar çoğu toplum nüfusunun yarıdan fazlasında bulunan bu mikrop, toplumların artan refahıyla birlikte anlamlı düşüş trendindedir.

Helikobakter pilori mide kanseri ve MALT denen bir tür lenfomaya neden olabilmektedir. Ancak aynı zamanda –muhtemelen uzun vadede mide asidini azaltması nedeniyle- (adenokanser tipindeki) yemek borusu kanser riskini azaltmaktadır.  MALT lenfomalı hastaların neredeyse hemen hepsinde bu mikrop vardır ve mikrobun tedavisiyle tümörün küçülmesi dikkate değerdir.

Ancak her Helikobakter pilori’nin kansere yol açmadığı saptanmış; hatta kimi otörlerce bu mikrobun bağışıklık sistemini destekleyerek fayda sağlıyor olabileceği dahi ileri sürülmüştür. Gerçekten de CagA denen bir toksin üretenlerin daha fazla sorun yarattığı bulunmuştur.

Parazitler de (özellikle ‘helmint’ olarak bilinen solucan grubu da) kansere neden olabilmektedir. Bunlardan Clonorchis sinensis safra yolları ve karaciğer, Opisthorchis viverrini safra yolları ve Schistosoma haematobium mesane (yassı hücreli) kanserine neden olur.

ELEKTROMANYETİK DALGALAR:  Doğal veya yapay bir kaynaktan yayılıp, bir madde tarafından emilene kadar yol alan enerjiler (‘radyasyon’) geniş bir yelpazeye (spektruma) sahiptir. Dalga boyları kısalıp frekansları arttıkça enerjileri artıp bedenimize hasar vermeye başlarlar. Günümüz bilgilerine göre, görünür ışıktan daha yüksek frekanslı olanlar sağlık için zararlıdır.

Buna göre zarar morötesi (ultraviyole: UV) ışınlarla başlar. Tabii ki, en önemli UV kaynağı –gezegenimize hayat veren- güneştir. Ne var ki, yaşam için elzem oluşu ve D vitaminine katkısı, güneşin zarar vermediği anlamına gelmez! Solaryumlar, (stadyum ve spor salonlarında kullanılabilen) cıva buharlı aydınlatmalar; bazı halojen, floresan, akkor ışıklar ve bazı lazerler gibi yapay UV kaynakları da vardır.

UV ışık kesin olarak melanom dışı ve muhtemelen melanomla ilişkili cilt kanseri riskini artırır.

UV ışınlardan daha yüksek enerjiler, atomların elektronlarını yerinden oynatıp iyon üretebildiklerinden ‘iyonizan veya iyonlaştırıcı radyasyon’ olarak adlandırılır.

İyonlaştırıcı radyasyona daha çok tıbbî amaçlarla maruz kalırız. Röntgen için kullanılan X-ışınları görece düşük risklidir. Akciğer (PA) grafisi çekilirkenki 0,02 milisievert (mSv) radyasyonu diğerleriyle karşılaştırmak için kıstas alacağım. Üç boyutlu röntgen diyebileceğimiz bilgisayarlı tomografi (BT/CT) sırasında beyin için 100, göğüs için 350, karın (abdomen) için 500, PET taraması için 700; anjiografi sırasında 350-750, ERCP sırasında 500-1500 akciğer filmi çekilmişçesine radyasyon alırız. Farklı tanı ve tedavi amaçları için genelde gama ışınlarının kullanıldığı nükleer tıp prosedürlerinde de risk fazladır. Mesela sintigrafi incelemelerinde değer tiroid için 50-250, kemik için 300, kalp için 500-2000 akciğer filmi radyasyonuna eşdeğerdir.

Aslında radyoaktif bozunma evrenin oluşumunun erken safhalarından beri devam edegelen doğal bir süreçtir. Atomlar, çekirdeklerindeki proton ve nötronları dengeleyerek ‘kararlı’ hale gelmek ister. Bu amaçla çekirdeklerinden atom altı parçacıkları uzaklaştırır ve bu sırada da enerji yayarlar. Tıp kaynaklılar bir yana, farkına varmadan gezegenimizde maruz kaldığımız yıllık toplam doğal radyasyon miktarı 100-150 akciğer filmi çekimine karşılık gelir.

Bunun çoğu volkanlar, depremler, kıtaların kayması gibi yer kabuğu hareketlerine yol açan enerjinin yarısının kaynağı olan (adeta yer kabuğunu alttan kaynatan) ‘karasal radyasyon’ kaynaklıdır. Taş, çakıl, kum gibi kara unsurları ve onlardan elde edilen (tuğla, alçı, beton gibi) yapı malzemeleri radyasyon içerir ve bedenimizle buluşur. Bu bağlamda en büyük risk radon gazıdır. Yüksek seviyede radona maruz kalan kişilerde akciğer kanseri riski artar. Radon belirli bölgelerde daha yüksektir ve daha çok ev temellerindeki çatlak ve delikler yahut kuyulardan insanlara ulaşır. Ek olarak yılda çekilen üç göğüs röntgeni mesabesinde, uzaydan gelen (kozmik) radyasyona da maruz kalırız.

Radyasyonun doruk noktası olan Çernobil gibi nükleer kazalar ile Hiroşima ve Nagazaki’nin maruz kaldığı atom bombaları, iyonize radyasyonun pek çok kanser türü için ne denli risk oluşturduğunun çarpıcı kanıtıdır.

ÇEŞİTLİ KİMYASALLAR: Aslında evrendeki (iyi ya da kötü) hemen her şey, “atomların daha cazip eş arayışlarının bir sonucu” gibidir. Bu bağlamda, koşullar elverdiğinde, “yuva yıkmaktan çekinmeden” istikrarlı birliktelikleri bozup yerlerine kendileri geçerler. Mesela tütünü kanserojenlerin tepesine oturtan şey, binlerce kimyasalı içermesidir. Bunlardan en az 69’u kanserle ilişkilendirilmiştir. Radyoaktif elementlerin yıkıcı etkilerini de konuşmuştuk.

Kanserle ilişkilendirilen daha pek çok kimyasal vardır. Bunların bir bölümü doğada (doğal olarak) mevcuttur, bazılarını farklı amaçlarla endüstri kullanır veya üretir. Tesirlerini daha çok ‘meslek hastalığı’ şeklinde görsek de, söz konusu kimyasalları kullanan halkı da etkileyebilirler.

Suçlanan çok sayıda kimyasaldan en bilinenlerinden bazılarını örnekleyeceğim.

·         Doğadaki arsenik, içme sularında yüksek oranda bulunduğunda  -mesane ve cilt başta- pek çok kanserle ilişkilendirilmiştir. Toryum tesislerine yakın kuyu sularında da akciğer, pankreas ve kemik kanser riski vardır.

·         Berilyum ve kadmiyum elementlerinin kullanıldığı işletmelerin çalışanlarında akciğer kanser riski artar.

·         Fazlaca arsenik ve kadmiyum içeren kok fırını emisyonları, akciğer ve muhtemelen böbrek kanseri riski taşır. Endüstride ve tıbbi amaçlarla kullanılan kömür katranı zifti cilt kanseri, akciğer, mesane, böbrek ve sindirim sistemi kanserlerine sebep olabilir.

·         Evde yakılan kömür akciğer kanseri; farklı malzemelerin eksik yanması sonucu oluşan kurum testis torbası (skrotum) ve diğer cilt kanserlerine neden olur. Ayrıca akciğer, yemek borusu ve mesane kanserleriyle de ilişkilendirilmiştir.

·         Dizel egzozu ve partikülleri de akciğer kanser riskini artırabilir.

·         Kroma ve nikele yüksek maruziyet akciğer, sinüs, burun boşluğu kanser riskini artırır.

·         Sülfürik asit maruziyeti akciğer ve gırtlak kanseriyle ilişkilendirilmiştir.

·         1.3-bütadien lösemi, triklor etilen böbrek ve muhtemelen non-Hodgikin lenfoma ve karaciğer, vinil klorür karaciğer, beyin, akciğer, lenfoma, lösemi; formaldehit lösemi, sinüs, burun boşluğu ve geniz; mineral yağ melanom dışı cilt kanseri ve özellikle testis torbası (skrotum) kanseri; benzen lösemi; etilen oksit mide ve meme kanseri riskini artırır.

·         Doğal şekilde oluşan lifli minerallerden asbest ve erionit, yüksek oranda bulunduğu yerlerde havaya karıştığında ve ilki endüstride, ikincisi yol yapımında kullanıldığında akciğer ve akciğer zarı (mezotelyoma) kanser riskini artırır. Asbest ayrıca gırtlak ve yumurtalık kanseri için de suçlanmaktadır. Benzer şekilde kuvars tozu da akciğer kanserine yol açabilir.

·         Ahşap tozuna maruz kalma sinüs ve burun boşluğu kanseri yapabilmektedir.

·         Tahıl, kuruyemiş, kurutulmuş meyve gibi tarımsal ürünlerin –farklı aşamalarında ve özellikle sıcak ve nem koşullarında- belirli mantar türlerinin ürettiği aflatoksin ciddi bir sorundur. Bu toksinle kirlenmiş yiyecekleri yemenin yanında, bu toksini yiyen hayvanların et ve sütlerinin tüketilmesi ve çiftçi ve tarım işçilerinin temas ve solunumla alması karaciğer kanseri riskini artırır.

KİLO FAZLALIĞI: Daha doğrusu, genetik programlamamızın izin verdiğinden daha fazla yağa sahip olmak belki de çağımızın en büyük sağlık sorunudur. Çünkü –ağırlığa katkı sağlayan- kas, kemik gibi beden kısımları risk oluşturmaz. Asıl işlevi depolamak olan kalça, uyluk ve meme gibi cilt altı yağ dokuları da görece daha az risklidir. Daha büyük sorun özellikle karında kendini gösteren (göbekle dışarı yansıyan) iç organ yağlanmasıdır.

Hücrelerin bölünmesi (üreyerek çoğalması) ve (apoptozla) intihar kararlarında, besin yeterliliği kritik önemdedir. Bedenimizdeki hücrelere, bu konudaki mesajların çoğu yağ dokusundaki hücrelerden gider. Yağ hücreleri (özellikle karın ve iç organlardakiler) –yağ birikimiyle- fazlaca şiştiklerinde çok sayıda (adipokin denen sitokinlerle) sinyal yayarlar. Bunlardan özellikle leptin ve yangı artırıcıların (proenflamatuarın) artışı ile adipokinlerin azalması sağlığı olumsuz etkiler. Ayrıca bir bolluk hormonu olan insülin ve ona benzeyen IGF de bedene “yeterince besin var” mesajı gönderir. Mesajı alan hücrelerde intihara eğilim azalıp –bazı kusurları olsa da- sağ kalma eğilimi artar; hücre döngüsü bölünerek çoğalma yönünde ilerletilir. Öte yandan artan proenflamatuarlar “burada hasar var!” çağrılarıyla bağışıklık hücrelerini yardıma davet eder ve bir tür iltihaplanmaya (enflamasyona) neden olur.

Tam olarak anlaşılamayan nedenlerle kanserler, (enerjilerimizin asıl kaynağı olan, mitokondrilerin ürettiği ATP yerine) sitoplazmada şekerin yıkılmasıyla sağlanan çok daha verimsiz enerji yolunu yeğler. Bu yüzden şeker oburudurlar. Bu da onların fazla şeker (hiperglisemi) ve şekeri hücreye sokan insüline sempatisini açıklar.

Aşırı yağların bir başka sonucu, erkeklerde ve menopoz sonrası kadınlarda (erkeklik hormonu olarak nitelendirilen testosteron, androstendion gibi) androjenlerin, yağ dokularda (aromataz enzimiyle) (dişilikle eş tutulan) östrojene dönüştürülmesidir. Östrojen de hücre çoğalmasını uyararak ve hücre intiharına eğilimi azaltarak tümör gelişimini destekleyebilir.

Sıraladıklarımın ortak sonucu, fazla yağlı ve göbekliler ile şeker hastalarında kansere eğilimin artması ve kanser varsa daha kötü seyretmesidir.  [Şeker hastalığının tedavisinde kullanılan insülin ile –sulfanilüre gibi- insülin salgılatıcılarla kanser riski artarken; hem insülini azaltarak, hem de başka bazı mekanizmalarla metforminin kanser riskini azalttığını bildiren çalışmalar vardır.]

Başta yemek borusu, meme, rahim ve kalın bağırsak olmak üzere; böbrek, safra yolları, pankreas, yumurtalık, karaciğer, multipl miyelom ve menenjiom gibi pek çok tümör fazla kilolarla ilişkilendirilmiştir. Şeker hastalarında ise meme, rahim, akciğer, karaciğer, pankreas, mesane, yumurtalık, kalın bağırsak, boğaz (orofarengeal) kanserleri görece daha yüksek bulunmuştur.

KÖTÜ BESLENME: İhtiyacın üstünde yüksek kalorili beslenmenin obezite ve şeker hastalığı riskini artırarak kanser riskini artıracağı açıktır.

Kırmızı etin ve daha çok kürleme, tuzlama, tütsüleme, salamura gibi yollarla ve ‘koruyucu’ kimyasallarla desteklenen –pastırma, sucuk, salam, sosis gibi- ‘işlenmiş’ (nitrattan ve nitritten zengin) etlerin fazlaca tüketiminin (özellikle erkeklerde) bağırsak kanseri riskini artırdığına ilişkin güçlü veriler vardır. Etin rengini değiştirmeden rafta kalabilmesi için kullanılan nitrit ve nitratlar, özellikle et kızartılırken (etteki sekonder aminlerle birleşip) kanser yapıcı nitrozamine dönüşebilmektedir.

Aşırı sıcak yiyecek ve içecekler, yemek borusu kanseriyle ilişkilendirilmiştir.

Yüksek hayvansal yağlı diyetin prostat kanser riskini artırdığı bildirilmiştir.

Aflatoksin ile kirlenmiş besinlerin karaciğer kanser riskini artırdığını belirtmiştim. Küf ve mantarla kirlenmiş (N-nitrozo bileşikleri üretilen) turşuların da mide kanserine yol açabileceği ileri sürüldü.

Farelerde çok yüksek dozlarda (sakarin veya siklamat gibi) tatlandırıcıların mesane kanser riskini artırdığı saptandıysa da, insanlarda risk oluşturduğuna ilişkin yeterli kanıt yoktur.

Aşırı alkol (özellikle erkeklerde) (östrojen artışı, folat metabolizmasını bozması, siroza neden olması gibi farklı yollarla) kanser riskini artırabilir. Ağız, yutak, gırtlak, (yassı hücreli tipinde) yemek borusu, karaciğer, anüs, kanserleriyle güçlü; akciğer, mide, meme ve kalın bağırsak, safra kesesi, pankreas kanserleriyle zayıf ilişki saptandı. Baş-boyun kanserlerinde günde iki veya daha fazla kadeh alkollü içki tüketen kişilerde, bu kanserlere yakalanma riski; alkol tüketmeyen kişilere göre 2 ila 6 kat daha fazladır.

HAREKETSİZLİK: Hareket derecesi de kanser sıklığını etkiler. Hareketsizlikle en belirgin ilişki meme ve kalın bağırsak kanseri için bulundu.  Ama mesane, rahim, yemek borusu, böbrek ve mide kanserleri için de pay sahibi gibi görünmektedir.

***

Kansere neden olduğu belirlenmiş sebepleri sıraladım. Ama bu unsurların birkaçı yan yana gelince riskin çok daha fazla arttığın da eklemeliyim. Zaten kötü beslenme, hareketsizlik ve aşırı yağlanma örneğinde olduğu gibi bazı riskler iç içe geçmiştir.

***

Saydıklarımın dışında kalan bazı başka riskler de var:

·         İleri yaşın kanser riskini artırdığını belirtmiştim.

·         BRCA1 ve BRCA2, 17 ve 13. kromozomlarda bulunan (aynı adı paylaşsalar da) alakasız iki farklı tümör baskılayıcı ve DNA onarıcısıdır. Hayli uzun olduklarından çok farklı mutasyonları vardır. Çoğu kanser riskini artırır ama artırmayanlar da vardır. BRCA1 veya BRCA2 genlerinin hasarlı kopyalarını miras almak, özellikle kadınlarda meme ve yumurtalık kanseri riskini, erkeklerde ise meme ve prostat kanserine yakalanma riskini artırabilir.

·         Âdetin 12 yaşından önce başlaması, menopozun beklenenden geç yaşta gerçekleşmesi, doğurmamak veya doğurmanın ileri yaşlarda oluşu östrojene maruz kalmayı artırarak meme ve rahim kanseri riskini artırır. Ancak doğum kontrol haplarının (oral kontraseptiflerin) riske olumlu veya olumsuz etkisini destekleyen güçlü kanıt bulunmuyor.

·         Polikistik over sendromunda ve özellikle menopoz sonrası Tamoksifen ilacını 2 yıldan uzun süre kullanmak rahim kanseri riskini artırır.

·         Menopoz için (ister yalnız östrojen, ister kombine) hormon replasman (yerine koyma) tedavisi ve endometriozis yumurtalık kanseri riskini artırır.

·         Testosteron yüksekliği prostat kanseri riskini artırır. Başta kırmızı et ve süt ürünleri olmak üzere, hayvansal yağların ve sebzeden (özellikle brokoli, karnabahar gibi turpgillerden)  fakir diyetin ve -az da olsa- süt ve kalsiyumun riski artırdığı söylenir.

·         Kalın bağırsak kanseri riski bir santimetreden daha büyük ve/veya patolojisinde atipi gösteren poliplerde daha fazladır. Ailesel (familyal) polip veya kanser, iltihaplı bağırsak hastalığı (Crohn ve kolitis ülseroza), yumurtalık kanserinde de risk fazladır. Yoğun alkol de riski artırabilir.

·         Açık renkli cilt, saç ve göz rengine sahip olanlarda cilt kanseri sıklığı artar. Çocukluk ve ergenlikte tekrarlayan, kabarcıklı güneş yanığı; çok sayıda ben varlığı, ailede atipik patolojili ben ve melanom öyküsü melanom tipi cilt kanseri riskini artırır.

·         Uzun boylularda –başta meme, yumurtalık, prostat ve kalın bağırsak olmak üzere- kanser riskinin (her fazladan 10 santimetrede %10 kadar) arttığı bildirildi.

 

Önceki Bölüm: Kanser-2: Nasıl Kanser Oluruz? 

Sonraki Bölüm: Kanser-4: Kanser Önlenebilir mi?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Anneler ve Çocukları

Kanser-1: Kanser Neyin Nesi?

Bağışıklığı Güçlendirmek-1: Kısaca Bağışıklık Sistemi