Eyvah, saçlarım! 1-Bir kılın serencamı

 

Kaçışı yok: Her şey zamanla yıpranır. Canlıların cansızlardan farkı, yıpranmayı –önleyemeseler de- öteleyebilmeleridir.

Canlıların yıpranmaya karşı iki önemli silahı vardır: İlki bir arabanın parçalarını eskidikçe değiştirmek gibi, bedeni oluşturan hücrelerin –aşınma derecelerine bağlı olarak- belli aralıklarla yenilenmesidir. İkincisi, artık –tamir astarı yüzünden pahalı hale gelince- arabayı tümden yenilemek gibi, genleri aktararak hayat tiyatrosunda sahneyi yavrulara bırakmaktır.  

***

Yazımın konusu olan saçlar için de durum böyledir. Her bir saç telimiz doğar, büyür, ölür ve yerine yenisi gelir. Bu döngü yaşam boyu defalarca tekrarlanır. (Bedenin iyiden iyiye eskiyip, sahneyi yavrulara bırakışımız bu yazının konusu değil.)

Saç tellerimiz, yaşamlarına ‘saç kökü (hair follicle)’ denen ‘doğumhanelerde’ başlar. Kafalarımızda bunlardan 100-150 bin kadar vardır.

Bu doğumhaneler, ‘kök hücre (strem cell)’ denen, kökeni babanın spermiyle annenin yumurtasının birleşmesiyle oluşan ilk hücreye (yani yavru taslağına, yani zigota) kadar uzanan ‘annelere’ hizmet eder. Onlar, tek işleri doğurmak olan kraliçe arılar gibi saç doğurur ve ömürlerini tamamlayarak dökülenleri telafiye çalışırlar.

Saç kökü doğumhanesinde doğuran iki çeşit ‘anne’ vardır:

İlki, asıl saç kılını oluşturacak hücreleri yani keratinositleri doğurur. Birbiri peşi sıra dünyaya gelen yavrular (upuzun bir kule oluşturmak istercesine) üst üste yığılırlar. Bir yandan da (kulenin yıkılmaması için çelik tellerle desteklemek ister gibi) –durmaksızın- ‘keratin’ denen (proteinden) sağlam iplikçikler üretirler. Bu iplikçiklerden o kadar çok üretilir ki, -sonunda- hücrenin içindeki (çeşitli organeller ve hücre çekirdeği gibi) yapılar bir köşeye sıkışır ve ezilirler. Tabii ki sonuçta hücreler ölür ama geride sağlam iplikçikler bırakırlar. İşte biz buna ‘saç’ diyoruz.

Diğer annemizse melanosit denen boya üreticisi yavrular doğurur. Onların ürettiği boyalarla cildimiz, kıllarımız ve gözlerimiz boyanır.

İşin doğrusu, bu boyama biz daha güzel görünelim diye değildir.

Boyamanın amacı bedenimizin güneş gören yerlerini güneş ışınlarından korunmaktır.  Güneşlenmek hoş çağrışımlar yapsa da ve bronzlaşma kimilerince statü sembolü sayılsa da, güneş ışığı sanılandan çok daha zararlıdır. Işınların hem dalga, hem parçacık olduğunu söyleyen kuantum fiziğinden cesaretle, ben onlara ‘mermicik’ diyorum. Yani bir yerde ışık varsa, -miktarı günün saati, mevsim gibi koşullara bağlı olarak- mermicik yağmuru vardır. Merak edenler, bu mermiciklerin menzili (yani vücudumuzun ne kadar derinliğine kadar saplandıkları) ve hasar verme potansiyelleriyle (yani enerjileriyle) ilgili daha geniş bilgiye verdiğim linkten ulaşabilirler. Kısaca söylemek gerekirse, en büyük zararı UVA ve UVB dediğimiz morötesi  (ultraviyole) ışınlar verir.

İşte, söz ettiğim boya üreticisi melanositlerin ürettiği boyalar yani melanin (bir kurşun yelek gibi) bizi mermiciklere karşı korumak içindir. Güneş ışınlarını soğurarak zararsızlaştırırlar.

***

Mor ötesi (ultraviyole) ışınlarla tetiklenen boya üretimi iki aşamalıdır: Önce açık renkli ve küçük tanecikler şeklinde feomelanin üretilir. Sonra bunlar koyulaşır ve daha iri taneler şeklinde ömelanine dönüştürülür.

Bir kişinin saç-göz ve cilt rengi; söz konusu yapılardaki boya üretim yoğunluğuna ve feomelaninin ne kadarının ömelenine dönüştürüldüğüne bağlıdır.

Saç kökünde yaklaşık olarak her 5 keratinosite bir, ama ciltte her 36 kereatinosite bir melanosit düşer. Yani cildimiz daha az boyanırken, saçlarımız daha çok boyanır. Melanositler, sayıca kendilerinden çok çok fazla olan keratinositleri boyayabilmek için (bir ahtapotun kolları gibi) pek çok kol çıkarır ve bu kollardan boya tanelerini naklederler.

Saça aktarılan boyada feomelanin ne kadar çoksa saç o kadar açık, ömelanin ne kadar çoksa saç o ölçüde koyudur. Böylelikle ikisinin birbirine oranına bağlı olarak saçlarda sarıdan kızıla, açık kahveden koyu kahveye ve antrasitten kapkaraya kadar farklı renkler ortaya çıkar.

Boyaların bir kurşun yelek gibi mor ötesi mermiciklerin hasarını önlemesi iyidir ama bu korumanın bir bedeli vardır: Bedenimize pek çok faydası olan D vitamininin ciltte üretimi UVB tipi mor ötesi ışınlarla tetiklenmektedir. Yani “bir “candan mı yoksa yardan mı geçsem?” sorunu vardır.

Evrim, melanin boya yoğunluğunu –kâr/zarar hesabına göre- ayarlayarak sorunu bir nebze çözmüştür: Kavurucu güneşin olduğu Afrika’daki en eski atalarımızın rengi koyulaştıran ömelanini daha fazlaydı (onların orada yaşamayı sürdüren çocuklarınınki hâlâ öyle). Ama atalarımız Afrika’dan çıkıp daha az güneşli kuzey ülkelere göçünce, doğal seçim feomelanini ömelanine dönüştüren süreci bozan genetik kod hatalarını (yani mutasyonları) destekledi ve renkler açıldı.

***

Yazının başında saçların doğup, büyüyüp öldüklerini ve ölenlerin yerlerine yenisinin geldiğini söylemiştim. Bu döngü her 2-7 yılda bir tekrarlanır.

Döngünün çoğu, 2-6 (ortalama 3) yıl süreyle saç kılının büyümesiyle geçer (‘anagen dönem’). Bunu yalnızca 3 hafta kadar süren saç kökünün ufaldığı (‘katagen’) dönem izler. 2-3 ay kadar süren sessizliğin (‘telogen dönem’) ardından saç kılı dökülür.

Her bir saç kılı farklı zamanlarda doğduğundan, insan topluluklarındaki gibi bazı saçlarımız yeni doğarken, kimileri çocuk, ergen, yetişkinken; kimileri ömrünün sonuna gelmiştir. Biz yalnız ömrünün sonuna gelip ölenleri yani dökülen saçlarımızı fark ederiz. Bu, çoğu kişiyi “eyvah, saçlarım!” telaşına sevk eder. Oysa normal koşullarda, her gün 50-150 (ortalama 100) saç telimiz ölürken, bir o kadar da (saç kökü doğumhanelerinde) hayata “merhaba!” demektedir. Her hangi bir anda, kafamızdaki saçların %90 kadarı büyüme (anagen) döneminde olduğundan –kesilmediği sürece- saçların bir ömür boyu bizimle oldukları yanılsamamız vardır. Oysa kafamızda 7 yaşından büyük bir saç teli bile yoktur.


Sonraki Bölüm: Eyvah Saçlarım-2: Ah Şu Testosteron!


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Anneler ve Çocukları

Kanser-1: Kanser Neyin Nesi?

Şeytan ya da melek, kurtuluş ya da felaket; hangisi dersiniz?