Cildinin kırışmasını istemeyenler için: (2) Işığın bedelini cildimiz öder
Yazımın bir önceki bölümünde, güneş ışınlarının hem dalga, hem parçacık gibi davrandığını söylemiştim. O dalga/parçacıkları, güneşin yeryüzüne aralıksız fırlattıkları mini minnacık mermiler gibi düşünebiliriz. Ulaştıkları nesnelere çarpıp; (daha önce belirttiğim gibi) ya seker ya da delerek (farklı derecelerde) hasara neden olurlar.
Sonuçta güneş olduğu sürece, yeryüzündeki her şeyle birlikte
bedenimiz de bu mermicik yağmurundan payını alır. Güneşi bulutların gölgelemesi
veya bedenimizi örten giysilerimiz, -bazılarını engellese de- mermiciklerin
tümünden korunmanın garantisi değildir. Aynı şekilde doğrudan güneşe maruz
kalmayıp gölgede olmak da tam koruma sağlamayabilir. Işınla doğrudan karşılaşan
nesnelerden sekerek yansıyan mermiciklerin de zarar vermesi mümkündür.
***
Yeryüzüne, dolayısıyla cildimize erişebilen ışınlar; morötesi
(ultraviyole)> görünür ışık> kızıl ötesi (infrared) sırasıyla, enerjisi
yüksekten düşüğe ve menzili kısadan uzuna doğru sıralanır. Yani en fazla
enerjiye sahip olduklarından, en fazla hasarı ultraviyole ışınlarının yapması
beklenir.
Ultraviyole (morötesi) ışınlar da, -sırayla giderek dalga boyları kısalıp frekansları artacak şekilde- UVA, UVB ve UVC olarak adlandırılan üç gruptan oluşur. UVA da UVA 1 ve UVA 2 şeklinde ikiye ayrılmıştır. Bir başka deyişle en yüksek enerji veya hasar potansiyelinden (ama daha kısa menzilden), en düşüğüne (ama daha uzun menzile) sıralaması UVC, UVB, UVA 2, UVA 1 şeklindedir.
Menzil sıralamasına
uygun şekilde atmosferde ozon tabakası, UVC’nin tümünü, UVB’nin %95’ini,
UVA’nın %5’ini emer. Böylelikle enerjisi en yüksek (bu yüzden de zarar verme
potansiyeli en fazla) olan UVC (güneş yoluyla) cilde zarar verme şansını
kaybeder. Bu maruz kaldığımız UV’nin yalnız %5’inin UVB, %95’inin UVA olduğu
anlamına gelir. UVA’nın da dörtte üçü UVA 1, dörtte biri UVA 2’den oluştuğundan
sonuçta karşılaştığımız
UV’nin yaklaşık %71’i UVA 1, %24’ü UVA 2 ve %5’i UVB’dir.
UV alt grupları arasında menzil farkının iki önemli sonucu
vardır.
İlki UVB’nin bulutlar tarafından büyük ölçüde filtre
edilmesine ve camdan geçememesine karşılık, UVA’nın cilde erişimine bulutlar
veya camın engel olamamasıdır.
Aynı sebeple, UVB daha çok güneşin dik geldiği öğle
saatlerinde ve yazları etkinken; UVA günün her saati, yılın her mevsimi ve de hangi
coğrafî enlemde yaşandığından fazla etkilenmeksizin hasar verme potansiyeline
sahiptir.
Menzil farkının ikinci sonucu, UVB’nin cildin en üst katmanına (yani epidermise) erişmesi ama ötesini -pek- geçememesine karşılık, UVA’nın bir alt katmana (yani dermise) kadar ilerleyebiliyor olmasıdır.
UVB yüksek enerjisi ile birkaç saat içinde cildin
kızarmasına ve güneş yanıklarına yol açar ve etkisi 18 saatte doruğa ulaşır. Ayrıca
göze zarar verebilir ve bir tür iltihap tepkisine (enflamasyona) yol açabilir.
Hemen ve kolayca gözlenebilen sonuçları, 1990’lı yıllara kadar cildin maruz kaldığı güneş hasarı sorumlusunun UVB olduğu kanaatine neden olmuştu. Dolayısıyla güneşten korunma tedbirleri, UVB’ye göre kurgulanmıştı. Güneş kremi koruma faktöründe (SPF'te) de UVB esas alınmıştı.
O yıllarda UVA daha çok bronzlaşmaya neden olan fraksiyon olarak düşünülüyordu. Yine o dönemin anlayışına göre, bronzlaşma o kadar da kötü bir şey değildi. Hatta bir kesim için, “güzel sahillerde tatil yapabilme” imtiyazının alameti farikası sayılıyor, itibar ediliyordu.
Ancak -1990 sonrası- araştırmalar,
UVA’nın yaptığı hasarın gecikmeli şekilde ortaya çıktığını ama cildin
kırışmasındaki asıl suçlunun UVA olduğunu ortaya koydu. Bunun da kolayca
anlaşılabilir bir nedeni vardı: UVB’nin erişemeyip UVA’nın ulaştığı dermis
katmanı; cilde sağlamlık ve esneklik kazandıran lifleri barındıran, zengin kan
dolaşımıyla cildi besleyen, cildin en yüksek hacme sahip kısmıdır. Cilt için
önemi çok büyük -deriyi sağlamlaştıran- kolajen lifler cildin kuru ağırlığının
%70’ini, -esneklik kazandıran- elastik lifler %4’ünü oluşturur. Bu yüzden, UVA -dermisteki- kolajen ve elastik
liflere verdiği hasarla cildin kırışmasının asıl sorumlusudur.
Artık cilt yaşlanmasında UVA’nın da en az UVB kadar, hatta daha da fazla gözetilmesi gerektiği konusunda tam bir uzlaşı vardır.
.***
Hava tahmin raporu gibi, UV ışınların dünyanın herhangi bir
yerinde, herhangi bir gün, ne ölçüde zarar verebileceğine ilişkin uluslararası bir
standart ölçek geliştirilmiştir. Aslında coğrafî enlem, yılın günü ve günün
saatine göre güneş ışığının geliş açısı; rakım, atmosferdeki ozon yoğunluğu, bulutlar
gözetilerek yapılan bir bilgisayar simülasyonudur.
UV indeksi (UVİ) adını taşıyan bu ölçüme akıllı telefon
uygulamalarından kolayca erişilebilir. UVİ 3’ün üstündeyse güneşten korunma ihtiyacı
olduğu varsayılır. 3-5 orta, 6-7 yüksek, 8-10 çok yüksek, 11 ve üstü aşırı UV
varlığı demektir.
Kestirime dayanması; hem UVA, hem UVB’yi içerse de, ağırlığın
UVB’de olması yararlılığını sınırlar. Yine de korunma tedbirleri konusunda
rehberlik yapabilir.
Piyasada kabaca UV ölçümü yapan sensörler de vardır.
***
Son yıllarda gözler, görünür ışığa ve kızıl ötesine de çevrilmeye
başlamıştır. Daha uzun menzilleri sebebiyle her ikisinin de tüm cilt
katmanlarını rahatça geçebildiği düşünülüyor. Ama daha düşük frekansları yani
daha düşük enerjileri nedeniyle, UV’ye kıyasla daha az hasar verdikleri kabul
ediliyor.
Kimilerine göre bu etki cildin ısınması, kızarması ve
bronzlaşmasına katkı ile sınırlı iken; kimileri -UV kadar olmasa da- onların da
cilt yaşlanmasında pay sahibi olduğu görüşündeler.
Bilgisayar, cep telefonu, televizyon ekranlarından
yansıyan veya floresan ya da LED lambaların yaydığı ‘mavi ışık’ da, görünür
ışığın bir fraksiyonu olduğundan; göze ve cilde verdiği zararlar çokça
konuşulur oldu. Görünür ışığın muhtemel zararları (ayrıca görece daha
yüksek enerjili bir frekans diliminde yer alması) nedeniyle, bu iddialardaki
gerçeklik payı yüksektir.
***
Görünür ışık ve bu bağlamda mavi ışık ile kızılötesi ışık
için iyi haber, şu ana kadar kanseri tetiklediklerine ilişkin herhangi bir
bulgunun olmayışıdır.
Buna karşılık UV farklı cilt kanserlerini (melanom, bazal
sel ve skuamöz hücreli kanseri) tetikleyebilmektedir. UVB doğrudan DNA’ya
tesirle, UVA daha çok serbest radikal oluşumu ve oksidatif stres üstünden
mutasyon oluşumunu hızlandırmakta; mutasyonlar da bir yandan cildi
yaşlandırırken, diğer yandan kanser oluşumuna yol açabilmektedir. UV'nin bağışıklık (immün) sistemi baskılayarak da enfeksiyon oluşumu ve kansere yatkınlık sağlayabileceği düşünülüyor.
***
Yazının başında ozon tabakasınca emildiğinden UVC’nin
yeryüzüne ulaşamayıp, güneş kaynaklı UVC nedeniyle risk olmadığını
belirtmiştim. Ancak UVC endüstri tarafından farklı amaçlarla kullanım için
-yapay olarak- üretilebilmektedir. UV’ler içinde en yüksek enerjiye sahip olan
UVC iyi bir mikrop öldürücüdür (germisid). Su arıtmada, tıbbî araç-gereçler ve
yiyeceklerin sterilizasyonunda kullanılır. Bir başka kullanım alanı kaynak
torku veya hamlacıdır.
Yüksek enerjisine karşılık menzili kısa olduğundan
faydasının ortaya çıkması için de, zarar vermesi için de doğrudan temas
gerekir. Hasarı yüzeysel ama ciddidir ve hemen ortaya çıkar. UVA’da olduğu gibi
uzun dönemde birikimli (kümülatif) hasar yoktur. Ciltten çok, ‘kaynakçı gözü’
denen kornea hasarı (akut fotokeratit), UVC açısından daha büyük bir
problemdir. UVC’nin giysiler ve cam tarafından emilebilmesi korunmada
kolaylık sağlayabilir.
Yaşlı bir cilt
“Her iyilikte bir parça kötülüğün varlığı” deyişi bir kez
daha karşımıza çıkıyor. Enerjimizi borçlu olduğumuz, renkleriyle yaşamımıza
güzellik katan güneş ışığı, cildimizi eskitiyor.
Vurgulamamız gereken şey, bir zamanlar sanıldığı gibi
zararın yalnızca UVB kaynaklı olmadığı, UVA’nın daha da fazla zarar
verebildiği; dahası, görünür ışık ve ekran ve lambalardan süzülen mavi ışığın
da hasara katkı sağlayabildiğidir.
Bu da bir zamanlarki “öğle saatlerinde ve yazın güneşten
korunma” önerilerinin ‘sağlıklı bir cilde (ve göze)’ sahip olmak için yetmeyeceği anlamına gelir.
***
Dış etkenlerin ön planda olmadığı (‘doğal’, ‘kronolojik’) yaşlanmaya,
güneş ışığına maruz kalmanın eklenmesiyle ciltte giderek önemli değişiklikler
ortaya çıkar. Deri genel olarak incelir, (glikozaminoglikan üretimi azalıp)
eskisi kadar su tutamaz, liflerde hasar ortaya çıkar, deri rengini koyulaştıran
süreç (melanogenez) hızlanır, iltihap hücreleri artar, bağışıklık (Langerhans)
hücreleri azalır. Cildin yenilenme döngüsü yavaşlar.
Cildin en üstündeki boynuzsu katmanın daha geç dökülmeye
başlamasıyla cilt düzensizleşir, kurur ve kolayca pullanır. Ciltte çok farklı
şekilde renk değişiklikleri ortaya çıkar. Deriye rengini veren hücrelerin
(melanosit) dağılımı düzensizleşip koyu renkli yaşlılık lekelerine ve tersine
açık renkli alanlara neden olur. Deri kolay çürür ve irili ufaklı cilt altı
kanamaları (ekimoz, purpura) görülür. Küçük damar genişlemeleri (telenjiektazi)
meydana gelir. (Yaşlandıkça sayıları artan -damar genişlemesine bağlı- kırmızı
benler {cherry angioma} -güneş hasarından çok- doğal yaşlılığın eseridir.)
En çarpıcı değişiklik, ciltte kabalaşma ve kırışıklıktır. Doğal
yaşlanma sürecinde bu değişiklikler daha hafifken, güneş etkisinde düzensizlik
daha kabadır ve kırışıklıklar daha derindir.
Yaşa paralel cilt altı yağ katmanı incelir, bu katmanın
altındaki kaslar zayıflar ve kasların bağlandığı kemikler (özellikle kemik
erimesi {osteoproz} süreciyle) ufalır. Güneş hasarıyla esnekliğini kaybeden
cilt, bu değişikliklerle desteğini yitirip yer çekimine yenik düşer ve
sarkmalar başlar.
***
Açık tenlilerde ve otuzundan sonra yaş arttıkça güneş hasarı
çok daha fazladır. Esmer ve siyah derililerde, güneş hasarının belirtileri,
açık tenlilerden 10-20 yıl kadar daha geç ortaya çıkabilir. Onlarda doğal yaşlanma
öne geçer. Özellikle yüzün ‘nazolabial kıvrım’ olarak nitelendirilen kısmında
kendini gösteren cilt sarkması ve farklı şekillerde cilt lekeleri daha sıktır.
Önceki Bölüm: (1) Cildin düşmanları
Sonraki Bolüm: (3) Ne yapabiliriz?
Yorumlar
Yorum Gönder